7 Kasım 2014 Cuma

KURUMSAL DÜNYAM

B… Bb… Be… Benim kurumsal dünyam!
Çizginin ötesindeki dağın arkasını görebiliyorsan geleceksin!
Nabzın atsın istiyorsan önce sevişmeyi öğreneceksin.
Zırlayacaksın sende kulaklarında iniltileri; ağlattıklarının.
Kurumsal kurumsal bu dünya!
Ben kurdum!
Damarlarım müptela atışlarını sürdürüyor.
Solgunsun –yorgunum- birkaç gündür.
Hayat neşeni –dalgacı pezevenk- almışlar.
En son ne zaman yıkandın?
Kaç gün biliyorum.
Dün olmalı; son  bir yıl kadar kirliyim.
Kazıtılmış depresifliğim kadar hassas,
açlık kokan, yırtıcı bir nefesim.
Ben benim!
Tanıyorum seni.
Peşindeyim.
Yutkunduğum her tükürük; suretini bir yağmur damlası olup okşar.
Benimle ol.
Yol dönüyor -korna sesleri- tekin değil artık su perileri
gitmen iyi oldu.
Köşe başında ki tiryakiler bekler beni;
Cebimden çıkaracağım altın tozu cevheri.
Kaldırımlar köpekler gibi sevişir ruhunuz duymaz.

Ben benim.

5 Kasım 2014 Çarşamba

...

Uykusu gelmişti. Anlayamadığı nihilist adamın ucuz kutsallığıyla gün geçtikçe daha da boka batıyordu. Mmm kızıl ve bilgin. Oturmuşlar karşılıklı. Ağzını yaymış ve kusmuş tüm toplumsal gerçekliğini. Parça parça olmak ve dağınıklığın senfonisi. Birleşemiyor bu yüzden dudak kenarların ile göz bebeklerin. Göğüs boşluğunda ki kırılmışlığı hissedemiyorsun kan kusana kadar. Burnun sürekli çekilmenin ritüeline, gözlerin yaşarmanın tökezine takılmış. Boğazından yanaklarına oradan ise göz pınarlarına vuran ani basınç bir patlamaya neden olmak üzere. Tebrikler. Kontol altına aldın. Ne bir inleme, ne acı dolu bir haykırış. Yine ıslak gözlerine acınası küstahlığın yerleşti; uzun ve derin nefeslerinin sonunda. Çıtırtılar geliyor. Buzun ılık bir suda erimesi gibi alıştırarak öldürüyorlar seni.

28 Ekim 2014 Salı

BAL

Alışmışız güneşsizliğe. Işığı görünce böcekler gibi kaçışmamız bu yüzden. Evren nuru ile yıkanmak varken kirli bir gölgede erketeye yatmışız. Hissizleşme inimizde bekliyoruz. Gözlerimiz karanlığın özensiz zevkini, dudaklarımız hazin günün emilesi kanlı tadını taşıyor. Cesetler  taş evlerde tınlıyor. Babamın gençliğine ekşimiş bir ferahlık karışıyor. Avuçlarım kayıp bir çocukluk ile dolu.  Kendi gençliğime bakmayı denemedim bile.
Senin gençliğine ise güneş doluyor bir esneme aralığından sızarak. Batıyorum güneşine gırtlağıma kadar. Sürüler boyu bereketleniyorum, dipdiri içim. Senin kadar yersizim; benim kadar yurtsuz ol. Nadasta unutulmuş bir tarlanın ortasında boy veren şemalsiz ağacım. Tepenin en güzel eviyim. Yıkılmışım. -Yakılmışsın.- Adımlarım kaybettiğim şehre doğru değil en derin tatlarıma yöneliyor. Jilet saçlarının yokladığı kalçalarının ardından Arnavut kaldırımlara bıraktığın ballı adımları takip ediyorum.  Paramparçayım. Kan yerine bal akan teninden  –alacalı-  kopamıyorum.

Gün dönüyor. Evimdeyim. Karanlık. Evimin verandası bal kokuyor. Kedilerim durmadan ölüyor. Aidiyetlerin reddine inanan felsefem onları meskenlerine bırakmaktan yana. Hudutları kaldırmak istiyorum fakat hudut ötesi kötü. Her yer bal her yer ölü kedi.  Sana koşuyorum. Hudutları yırtıyorum. Gözlerimi açıyorum. Kucağımda jilet saçların, kulağımda azizlerin uğultusu. Parmaklarımı dolaştırıyorum saçlarında. Ellerim alabildiğine bal. Vajinam jilet saçlarının kölesi olmuş. Bu kayboluşuma çare yok. Ürkek bakışların parmak uçlarıma değiyor. Gök delindi; affet nefesimi! Birleşmemesi gereken  parçalanmış bir bütünüz; bal, metal, orgazm ve cennet kokan.

2 Eylül 2014 Salı

ZÜRAFALAR VE BEJE

“İçindeki tutsağın çıkacağı yok.
 ayakları hep kesik ve kapı önünde onu bekliyor.
 Çok şey biliyor. Ve hiçliğini paralıyor.
 Sakatlıklarıyla tanrımız oluyor. 
Kapatın toplumun aynasını gün doğuyor.
 Ey ey ey! Seslenmeye lüzum görmediği zavallılar
 –seni tenzih ederim- gözyaşıyla yıkanan duvarlarınız sonsuz kere pas tutuyor. 
Gürültüler arasında meleklerin fısıltısını duyabilenler ölüme kafa tutuyor.”

-Dilda kıpırdama artık. Otur yerine!
Annemin katılaşmış esmer rengi ve soğuk bakışları sizleri ürkütmüş olabilir. Ben ne korkuyorum ne üzülüyorum. Bindiğimiz otobüs beni eğlendiriyor. Gülmemi durduracak değilim. Önde oturan zayıflıktan hastalıklı olduğunu düşündüğüm kel kafalı adam elindeki kahveyi yere döktü. Bal sarısı üzerine kahverengi baklava desenleri olan halının üzerine iyice yayılan kahve lekesi bir zürafayı anımsatıyor. Ben zürafaları televizyonda gördüm. Afrika’da yaşarlar ve dilleriyle kulaklarını temizleyebiliyorlar. Bir zürafam olsun isterdim. Bunu anneme söylediğimde çok kızdı. Böyle şeylere dua eden aptal bir kızı olduğu için başının sürekli belada olduğunu söylüyor.
Başım önde lekeyi inceliyorum. Seslere doğru yüzümü döndüğümde otobüste oluşan küçük kargaşa beni heyecanlandırıyor. Her yeri kahveden yanan kel adamın telaşlı hali yanı başında ki yaşlı kadını korkutuyor. Annemin sesiyle irkiliyorum. Kulağıma doğru yaklaşıp yorgun bir sesle bağırıyor:
-Önüne bak!
 Annem kardeşimi sırtından indirip kucağına alıyor. İlerliyoruz. Lalalaylalaylamm… Bir adam geliyor. Uzun boylu Reşhad ağabeyime benziyor. Onun kadar neşeli olmadığını geç anlıyorum. Otobüste şarkı söylemek yasaktır, diyor. Susuyorum.  Annem etimi cimciriyor. Feryadı koparıyorum. Keskin siyah gözlerine derinden sinirli bir pırıltı geliyor:
-Sus, sus rezil ettin beni! Döverim vallahi, diye fısıldıyor bu defa. Çaresizliğime duyduğum büyük öfkeyle susuyorum.  Aııııggghhh bu defa kardeşim ağlamaya başlıyor. Annem benimle artık uğraşmayacak diye seviniyorum.  Fakat doğduğum günden bugüne nasıl bir eziyet olduğumu bana anlatıyor. Benim bir lanetten ibaret olduğumu beynime işliyor. Kafasında çınlayan bombalara duyduğu kini bana kusuyor. Kardeşimi kucağıma atıyor. Onu kucağımda hoplatıyorum ama nafile susmuyor. Son çare tehdit ediyorum.
-Sus Beje sus yoksa anne seni de döver. Tehditkar halim Beje’yi korkutmuş olacak;  pembe yanaklarının kasılmaktan moraran hali düzeliyor. Birlikte pencereden bakıyoruz. Binaları sayıyoruz. Beşe kadar…  Evler azalıyor artık, bazıları yarım kalmış. Evimizi görüyorum onu da yarım sayıyorum. Esmer soğuk bakışlarına yaşlar hücum etmiş annemi görüyorum. Başımı öne indiriyorum. Saçlarımla yüzümü kapatıyorum. Annem saçlarımı çekiştirirken çatlamış bir sesle:
-Beceriksiz bir türlü öğrenemedin saç toplamayı, diyor. Annem saçlarımı topluyor ense kökümde. Çıplak kalıyor gözbebeklerim; oyuncak şehrim duman altında. Koştuğum sokağı sayıyorum beş kere. Bazı arkadaşlarımı yarımşardan sayıyorum. Vaaz verebilecek kurtarılmış tek çocuk olmaya gülüyorum. Annem tokadı geçiriyor. Yorgunluğun ve hüznün verdiği perişanlıkla koltuğun kenarına siniyorum. Kardeşime sarılıyorum. Keşke diyorum bir zürafam olsa her şey daha güzel olurdu.


20 Ağustos 2014 Çarşamba

"SAAT"

Sadık tenine düşen her yağmur damlasıyla atomlarına bölünüp tekrar birleşiyordu. Sokağın köşesini henüz dönmüştü ki yağmur artık delici bir hızla betona işlemeye başladı. Sadık ise atomlarını toparlamaya vakit bulamaz olmuştu. İlerde ki dükkanı gözüne kestirdi. Koştu.Sırılsıklamdı. Sağdaki küçük tahta kapıyı açarak kendini içeri attı. Bu küçük saat dükkanına girdiğinde gözleri boşluk hissiyle acının yok olduğu bir Hiroşima’ydı. Etrafına ölümün yıllar boyu peşini bırakmayacağını bilen radyasyonlu bakışlar fırlattı. Oldukça alçak tavanlı eski dükkanı incelemeye koyuldu.
Duvarda Fransız marka altın rengi şık bir saat vardı. 90’lı yıllarda evlerinde asılı olduğu geldi aklına. Ayfer’nin memnuniyetsiz suratı çıkageldi anılarının en hoş olmayan yerinden.
-O kadınla hiç evlenmemem gerekirdi, dedi. Sonra altın saate bakarak düşünmeye başladı;geçmişini,çocuklarını. Ayfer olmasaydı eğer çok sevdiği çocukları olmazdı. Ayfer olmasaydı eğer bir ev almayı asla beceremezdi. Çok para kazanabilme yeteneği Sadık’ta kesinlikle yoktu. Bu durumda Ayfer sayesinde duvara asılmış Fransız marka altın saatti hatırlıyordu. Ayfer artık yoktu. Onunla geçen 30 yılın ardından ilerleyemiyordu. Çocuklarının da sevgisini yine Ayfer'e ve hayata karşı olan edilgenliği yüzünden kaybetmişti. Sınırda bir yaşam sürmeye mahkum olmuştu.
-Pardon bir şey ister misiniz?
 Sesin olduğu tarafa döndüğünde, cam tezgahın arkasındaki kadının eski duvar saatlerinden birini tamir etmekle meşgul olduğunu fark etti. Kestane rengi gür saçlarını pembe bir saç bağıyla yandan küçük bir fiyonk yaparak nazikçe tutturmuştu. Kadın Sadık’a doğru başını çevirdi. Anlaşılan sorusuna bir cevap bekliyordu. Sadık tezgahın arkasında yaşlı bir adam bekliyordu yada onun küçük çırağını. Bu kadın onun hayatında gördüğü ilk saat tamircisi kadındı. Zaten yıllar boyu çekindiği için veremediği cevaplarla öleceğine emindi. Kadına döndü ve “Saat kaç?”dedi.

17 Ağustos 2014 Pazar

AKIL LEŞİ

Kara, kapkara bir çocuksun sen. Çingen beyazı bu yüzden gülümsemen. Işıl ışıl ve kahramanca bir aklıkta sırıtıyorsun bana. Portakal bir lira! Vitamin bir lira! Hoca uykuya demincek veda etmiş, mahmur sesiyle; osuruk kokulu bir ezan patlatıyor. İnliyor çarşı. Burnum doluyor: akıl leşi.
Önümdeki adamın donu düştü düşecek. Topluyor donunu ya, gevşemiş lastiği. Sağ eli ile sol bileğini zayıf kıçının üzerinde birleştiriyor. Bir eski evin merdivenlerinde oturan üç gence küfürlü bakışlar yolluyor. Sakallı zayıf gençler bilmediğim bir dil konuşuyor. Yediği küfürden midesi bulanmış olan genç yere tükürüyor. Alışır diyorum. İşte o zaman köşe başında ki çöpe kadar tabanlarım kıçıma vurarak koşuyorum. Ciğerlerimi söke söke kusuyorum. Alışılmış zayıflıklar beni kusturuyor.
İnceden giriyorum çaputların arasına. İniyorum çarşı merdivenlerini iskarpinlerimin tıkır adımlarıyla. Bayanlar etekler çok ucuza! Bizim Piç Şevket yine almış bir tazeyi kafe kenarında oturuyor. Kız anlattıkça bizim Piç suratıyla “yine anlamadı beni ama güzel manita” diyor. Şevket  hiç sevemeyeceğini biliyor. Yine de soğuk bir mermeri değil sıcak memeleri seçiyor. Ziyadesiyle insana bulanıyorum. Kendimi metroya zor atıyorum. Sonra bir düş takılıyor peşime. Beni izliyor. Hızlanınca koşuyor; durunca yok oluyor. Metro merdivenlerine doğru savuruyorum bedenimi. Tam on üçüncü basamağı adımlıyorum: Gümm! Merdivenler kayıp ayaklarım firari. Devam ediyorum yola düş kırıklığım ardımda. Metro labirentinde başlıyor kovalamaca. Çıkış arıyor telaşa düşmüş yüreğim! Derken bir ışık yakalıyorum göz ucuyla. Bir kara gölge sakalı taş bağlamış yüzünde. Sıkıyor bir çift mermi. Tutturuyor namussuz! Çıkışım kayıp gözlerim firari. 
Çıldırmış kaoslara köle bir kalabalığa takılıyor kulaklarım. Uğursuz düşüm ardımda; ben sanırım pis bir sokakta. İnsan bolluğu, ruh boşluğu sıkışmışlığında sürükleniyorum. Durup tükürsem ya rastgele bir surata; vazgeçiyorum. Elimi arka cebime usulca uzatıp, sustalımı yokluyorum. Aniden çıkarıp sokak ortasında ilk kesiği kendime ben atıyorum. Kesiyorlar beni lime lime; siktir ediyorum. Bedenim kayıp aklım firari.

3 Ağustos 2014 Pazar

US

Acaba adı ne diye düşündü yaşlı kadın? Öyle heybetli duruyordu ki karşısında ; adını sorma arzusu bastırılamayacak vaziyete gelmişti. İnce kırışık ellerini göbeğinin üzerine kenetledi. Biliyor olmalıyım, dedi. En azından eski keskin hafızası ona yardım etmeliydi. Sonsuz kere beyninin her kıvrımını yokladı. Sanki karşısındakinin adını aklından bir bıçak darbesiyle kesip atmışlardı. Bir süredir her şey daha karışık ve paslanmış bir halde zuhur ediyordu beynine. Karşısındakine baktı. Uzun mağrur gövdesine rağmen hafif bir rüzgarda bile  sallanıyor olması içindeki ince ruhu gösteriyordu. Yaşlı kadın bunu görebiliyordu. Sorsaydı ya birilerine "Onun adı nedir?" diye. Kafasına ardarda balyoz gibi iniyordu düşünceler: nasıl, ne diye ismini soracağım insanlara? Onlar adını biliyorlar mıdır? "Sen kim olursun da sorarsın?" derlerse ne yaparım? 
Tüm korkularına rağmen yanından geçen aklı başında her insanı süzüyordu. Hatta gözlerini dikmiş bir vaziyette tutkuyla dilinin çözüleceği anı bekliyordu. O gün "karşısındakini" izledi. Günler günleri takip etti. İnsanlara dudaklarının ucunda dökülmeye hazır kelimelerle baktı. Ölene kadar o parkta oturdu. Ve hatırlamayı bekledi. Her şeyi unuttuğu için kendini ipe dizen ruhu bu yitişi kabullenemedi. Her gün sevgiyle tutkuyla izlediği ağacının adını hatırlayamamıştı. Öldüğünde mezarının başına bir "Selvi" diktiler.

29 Temmuz 2014 Salı

ROMANTİK KAOS

Ağlıyorum, ağrıyorum, ağarıyorum,
arıyorum, allanıyorum, atamıyorum,
aklanamıyorum aslolamıyorum:
"mavituruncu"ya yakınken...





11 Temmuz 2014 Cuma

BİR HİKAYENİN ÖTESİNDE...

İki kişinin daracık sokaklarımı doldurabildiği eşsiz dünyama hoş geldiniz. Ben Salim. Sokağın sonunda yere çömelmiş duran, çelimsiz çocuk ise kalan son arkadaşlarımdan “Siraj”. Yaşı benden küçüktür. Fakat oldukça zeki biridir. Benden daha önce harfleri söktü. Ben daha öğrenebilmiş değilim. Siraj konuşmayı pek sevmez. Han Yunus'ta yaşıyoruz. Burada doğdum ve büyüdüm. Hiç dışına çıkmadım. Burası bizim güvenli olduğumuz yermiş. Babam söylüyor. Babam elli yaşında; adı Mohammad, çarşıda halı ticareti yapar. Fakat buna izin vermediklerini söyledi. İnşaatlarda çalışmaya başladı. Babamın halılarını sevmemiş olacaklar. Ağabeyim Youssif ona halı satarken yardım ederdi. Artık etmiyor. Annemiz öldüğünden beri Youssif çok kızgın bir insan oldu. Sanırım Han Yunus'un dışındaki gürültücüler onu bu hale getirdi. Sürekli ses geliyor. Bazen evlere giriyoruz ve günlerce çıkmıyoruz. Youssif bu sesler yüzünden olduğunu söyledi. Onları susturacağına ant içti.
Babam Youssif'in bu halinin hep Ayman ve arkadaşları ile tanışmasından olduğunu söylüyor. Ayman Youssif'tan iki yaş büyük bütün ailesini gürültücüler öldürmüş. Onun kızgınlığı ağabeyimden daha fazla olmalı. Babam Ayman'a da Youssif'a da kızıyor. Daha da fazlası korkuyor. Annem ve kız kardeşime çok üzülmüş olmalı. Bende üzülüyorum elbette. Hatırlamamak benim suçum değil. Hafızamda tutamayacağım kadar küçükmüşüm. Evlere, sığınaklara dolduğumuzu biliyorum. Han Yunus'ta beni en çok üzen ise küçük Zehra'dır. Siraj'ın kardeşi olur. Onu çok severdim. Elbette ki Siraj'da çok severdi. Ona oyuncaklar yapardık. Daha çok küçüktü fakat ağabeyi gibi kıvrak bir zekası vardı. Gece gürültüler başladığında ağabeyim ve Ayman sokağı koşarak geçti. Bağırarak içeri girmemizi söyledi. Ben koştum. Fakat Siraj'ın evine girdiğinden emin olmak istedim. Camdan baktığımda Zehra'yı gördüm. Bir soğuk namlu ve boğuk bir ses hücrelerime karıştı. O yok oldu ben büyüdüm. En çok Zehra'ya üzüldüm ben. Ne annemin ne kız kardeşimin ölümünde böyle derin bir keder hissetmiştim. Ağladım, ağladım. Sonra bir daha hiç ağlamadım. Her gün arkadaşlarım eksildi. Macide, Ibrahim, Moussa, Itaf , Semiha, Ahmad, Rabiha, Raşhad... Siraj kaldı geriye benim iyi yürekli küçük Siraj'ım. Allah onu bağışlasın. Kardeşinin ölümü onu her şeye gücendirdi. Önce okumaktan yana olan hevesi kaçtı. Sonra icatlarını bıraktı. Bana Zehra'yı korumayan Allah'a inanmadığını söyledi. Ayman Siraj'a bugünlerde dikkatli olun, demiş. Galiba gürültücüler kötü şeyler yapacaklar. Herkes çok korkuyor. Youssif'a kalsa evdeki yeşil bayrağını kapıp savaşmaya gidecek. Onlar gürültü yapıyor diye bizde yapmak zorunda değiliz. Yine de Zehra'yı, Annem'i, kız kardeşimi ve arkadaşlarımı öldürmeden önce onlarla konuşmak isterdim. Babam çok geveze olduğumu söyler. Bu sayede hayatlarını kurtarabilir miydim? Zehra'yı vuran silahı ateşleyen ellere söz geçirebilir miydi küçük bir çocuğun gevezelikleri? Oysa Zehra'nın bir bakışıyla ona ne oyuncaklar yapardık. Annemin kardeşimi öldürmemeleri için yalvarışı yetmediyse benim gevezeliklerim yeter miydi?
Ben Basim Salim Kawel; iki gün önce Han Yunus'ta tek bir kelime edecek fırsat bulamadan İsrail'in hava saldırısında öldüm. Öldüğümde 10 yaşındaydım. Siraj Iyad al-Abdel en yakın arkadaşım hava saldırısında öldü. Öldüğünde 8 yaşındaydı. Parçalanan cesedimi toplamaya çalışan babam Mohammad Ibrahım Kaware ikinci füze saldırısında öldü. Öldüğünde 50 yaşındaydı. Mohammad Ayman Ashour ve Hussein Youssif Kaware ellerinde yeşil bayraklarla Han Yunus'un dar sokaklarında özgürlük umutları ile koşarken ilk saldırıya yakalanmışlardı. Ayman'ın bacağı parçalanmış. Kaburgaları akciğerlerini delip geçmişti. İç kanama sonucu oracıkta ölmüştü. Ağabeyim Youssif ise arkadaşını ölürken izledi ama hareket edemiyordu. Bilinci gidiyordu. Bir ara kopan kolunu aramak aklına geldi. Vazgeçti. Öldüklerinde Ayman 15, Youssif 13 yaşındaydı. Ve biz bir hikaye olmaktan çok fazlasıyız. #GazzedeKatliamVar

6 Temmuz 2014 Pazar

KAÇIK-KAÇAK

Ankara'da kesif bir yalnızlık kokusu yayılıyor. Çöl sıcağı yalıyor aortlarımı; kan basıncım sana doğru koşuyor. Gittiğin geliyor hatırıma. Bin yıl olmuş. Toza bulanmış arka sokağım derin bir fırtınaya kölelik ediyor. Yarınsız bir bulut -yapağı, sıradan- beliriyor. Bu suretin olsa; döksem onu krallığıma yağmacı bir sağanakla. Tüm mistik tatları kavgacı bir karmaşada toplamış olan suretin sıradanlaşıyor. Boğazımdan gözlerime akarken; yok olmak için çırpınıyorsun. Plansız bir kaçış öyküsüne saralım. Önde ben olacağım; ellerini ürkütmeden yaklaşıp, kırıcı bir sataşma ile yakalayacağım. Parmakların -sağlam kemiklerin- direniyor. Yorucu olan hız mı koşuşturmanın ortasında sebepsiz kalmanın çaresizliği mi? Bilemiyorum. Arkamdasın; elin hala elimde. Bunu bilmenin çoşkusu dolduruyor ağlamaya yatkın benliğimi. Dönüp yakıcı bir bakışla süzüyorum seni. Kayboluşlara hazır değiliz. Yönümüzü belirleyen hayali pusulada acıyı arkamıza alacağız. Bıraktığımda ellerini anlayacaksın ki celladıyız birbirimizin. Düş. Koş. Kaç. Unut. Yaşa. Ve beni öldürmekten vazgeç.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

SAPIK

Konserve edilmiş bir beyin salatası gibiyim; en sevdiğin meze olma sıralamasında üst sıralara oynarken arsızlığım göz yoruyor. Bu denli karmaşanın içinde daha fazla bastırılırsam sana doğru fırlamamam elde değil. Üstelik ben sevilmemeyi henüz bilmeyen düzenbaz aşıklardan biriyim. Önce aşk denen kutsanmış öldürücülüğün şehvete boyanmış tadına varmak gerekirmiş:bilmiyordum. Bu bilmemezlik beni istediğini alamayan zavallı bir çocuğa döndürdü. Evet bayan; bir zavallıyım! Size bunları yazıyorum. Çoğu kez yazdıklarıma bakıp kendimle gurur duyuyorum. Aylar önce gözlerinize ilk baktığımda -hani Joseph'in yanında- benden ölesiye tiksinen o bakışınızı hatırlıyorum. İşte o an size olan şiddetli hislerim zamansızca şekil değiştirdi. Yanlış anlamayın tatlım. Sizi sevmiyorum,sanmayın! Sadece aşkımı sizi görerek dizginleyemeyeceğim bir noktaya gelmiştim. Siz de beni sevmeliydiniz. Öyle de oldu; bunun aksini kanıtlayacak birşey göremiyorum. Bu halde size sevgilim demekte bir behis görmüyorum. Sevgilim .... Ah ne armonik bir kelime. Dudaklarından döküldüğünde, içmeye doyamayacağım bir şarap olacak. Sevgilim; sana ilk günlerde kaba davranmış olabilirim lakin sen de oldukça küstahtın. O pembe üzerinde mavi çizgiler olan minicik eteğinin içinde bacaklarını bir süre seyretmiş olmam benim densizliğim değil! Senin tahrikkar tavırlarındandır. Kalkıp tuvalete gittiğinde Joseph'ten çekindiğini; bana orada bir şey söyleyeceğini düşünmüştüm. Çığlık atmakta neyin nesi oluyor. Üstelik benden çok etkilenmiştin. Yine de o gün biran benden hoşlanmadığını düşündüm. Neyse ki akabinde gelişen mevzular bana olan sevginin nişanesini boynumda taşımamı sağladı. O günden sonra elbette seni bırakamazdım. Arkadaşlarınla yaşadığın evin önünde durmuş; hangisinin senin odan olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evin oldukça zengin bir muhitteydi. Üç genç kız yaşıyordunuz hepiniz her erkeğin sahip olmak isteyeceği kızlardınız. Buralarda sapık olmaz, dedim: Buna sevindim. Bir anda ışık huzme huzme dağıldı vücudundan yansıyarak bir pencere camından. Sanki bir yıldız semayı yarıp inmişti: bembeyaz. Pembe eteğin artık yoktu. Tabi ki sonra gözlerimi kapadım. Sen bembeyazdın. Bir gün seni izlerken dayanamadım. Yerinde duramayan bir bomba gibiydim; patlamak için tanrı buyruğu bekleyen. İşte senin kapını çalma nedenim buydu. Seninde bana olan aşkını anladığımda bir daha seni izlememeye karar verdim. Kapıyı açtığında hiç şaşırmış gibi değildin. Bana iki pantolon dört kazak bir ayakkabı ve bir miktar para verdin. “İhtiyacın olan başka Bir şey var mı?” dedin. Ben senin suratına sinirlerimi toparlayamamış bir ahmaklıkla bakarken suratıma kapıyı kapattın. O derece duygusuzdun ki şaşıracak,üzülecek, gülecek yegane kişi ben olacağım sandım. Sonra yere baktığımda anladım. Senin bedeninin ışıltısı derecesinde bir cisim dünyama göz kırpıyordu. Yaklaştığım da bunun safirden yapılmış ince taşlarla bezeli, altın bir kolye olduğunu farkettim. Koynuma-tam yüreğimin üzerine-koydum. Artık biliyordum bana çok değer veriyordun. Kendime ölesiye kızdım beni sevmediğini biran bile nasıl düşünebildiğimi sorguladım. Ertesi gün cafeye geldin ve Joseph ile bir şey konuştun. Bu durum hiç hoşuma gitmedi. Hatta içimde ki öfke öyle yoğunlaştı ki Joseph'i öldürmeyi düşündüm. Joseph benim tek arkadaşım lakin seninle konuşması durumu değiştirirdi. Gidip ona ne konuştuğunuzu sordum. O da “kolyesiyle ilgili bir durum” dedi. Çok mutlu oldum. Demek içini açabileceğin kimse yok. Sevgilim bana olan derin duyguların kalbinden taşıyor olmalı. Aramızda kalacağını zannettiğim bu nişaneyi en yakınlarımızla paylaşmak ne büyük mutluluk. Yarın size geleceğim. Kutlamamız gerekenler var. Rica etsem pembe üzerinde mavi çizgiler olan şu kısa eteğini giyer misin?

23 Haziran 2014 Pazartesi

KLİTORİS

Tüm duyarlılığımı sakladığım buz gibi bir şişeyi yudum yudum tüketirken en mahrem yerimden dokundu. Söyleyeceklerim ıssız bir tada varacak kadar kifayetsiz mi kalacak? Yoksa bir sigara dumanı somutluğunda zehirleyici mi? Ürkme! Adımla korkak benliğini güvercin yüreğimin uçsuz derinliğine. Sana hazırım. Sen kılıçsız bir şövalye olarak dikilirken benimle bir olma savaşında; bu dehlizin hoyratlığı ince ruhuna zor gelecek. Haz almanın tüm duyarlı keyfi ele geçirse de ıslaklığını; ölümlü bir “Emredici”ye boyun eğecek kadar alçalmamalısın. Şimdi ruhumun şehvete yatkın kısmını beklemeye aldım: bana tövbe edişini izlemek için. Sanmam! Zevk yoğuruyor tutkudan kavrulan bedenlerimizi. Ben klitorisimi affettim: sen beni affedebilecek misin?

15 Haziran 2014 Pazar

ÇAĞRI

Coşkunlara çığlıklar yükleyen genç yüreklere yaz bu sevdayı. Tüm ateş düşen evlere; geç kalmışlıklara isyan et. Gözleri sımsıkı kapalı, yanaklarından al fışkıran çocukları hatırla. Onların da yüzlerini keskin sakallar örseleyecekti. Çok soğuk iklimlere gittiler bizi kanlı ırmaklarda yıkayıp. Asla ısınmamıza imkan vermeyecek bir kış bıraktılar. Bir ana kucağı yahut bir soba ateşi yetmeyecek. Işıldayan ufuklar çare olmadığı günden beri derdime yüreğimden her gün cenaze alayı kalkıyor. Soba tütüyor. Sokaklar daralıyor. Ses! Ölüm durmaksızın beni çağırıyor. Göğüs kafesimden fırlıyor kalbim her nefeste. Mezar kokusu bilmeyen ılık rüyalarla dolu geçen ömür kabir sancılarını bertaraf ediyor. “Ah hepsi senin suçun!” olsa ve yüreğimiz soğusa. Uzaklarda namlu dönmüş gırtlağına ayın. Yıldızlar ise tüttürülmüş kaderlerini imha ediyor.

8 Haziran 2014 Pazar

DİLEK TUT

Güneşin doğduğu yerde doğurmuşlar beni. Ayın battığı, dünyanın bittiği; bebeklerin sonsuz kez annesizlikten öldüğü yerde doğmuşum. Ondan karaymışım ya böyle. Hem akıllı hem uslu durmuşum. Sevilmek özlemi parmak uçlarımdan damlarken göklere. Dünya altüst olmuş. Bir fırtınaya tutulsam diyorum ve savrulsam senin olduğun kapının eşiğine. Bulsan beni, -çaresizim- acısan. Alsan içeri; yağmur dinse. Sonra durmayan gözyaşımla savrulsak . Beni keskin bir bakışla kapı dışarı ederdin. Düzenli dünyana tufan gibi geldim ya. Benden şüphesiz ki nefret ederdin. Dursa gözyaşlarım -sessizlik- daha bakılır mı sıfatına? Sen pişman ben mağrur. Atmışım bir hışımla kendimi kapı dışına. Soyunuyorum beceriksizce ve sınırlarımı yırtarca. Çıplaklığım karışıyor boş sokaklara; itler ve kuyruklarıyla. İçim yanıyor ve binlerce dilek yağıyor yaz gecemin karanlığına. Yıldızlar avuçlarımda ... Uyuyorum bazen üşüyorum. Anlıyorum kapılar kapalı meczuplara. Titriyorum sarılıyorum dileğim olan binlerce yıldıza.

5 Haziran 2014 Perşembe

UMUT


Aktıkça anlama yoğrulan bir parçalanmışlığı topluyorum dört bir yanımdan çekiştirilirken. Sana mı geliyorum bu defa belirsiz. Gittikçe göreceğim, pişmanlık mı bu? Umut mu var sonunda; bittiğinde bileceğim. Sende benden daha az biliyor olmayacaksın. Ruh hırsızlarının ağzını sulandıran umutla doluyum desem! İçim kıpır kıpır; bıraksan beni defalarca geçtiğim şu ormanların ağaçların arasında koşmak,karnım ağrıyana kadar kahkahalar savurmak istiyorum, desem inanır mıydın bana? Büyük yalanıma hoş geldin. Ne orman var buralarda ne kahkahalara misafirlik yapacak bir kapı kaldı. Her cenaze kalkışında yüzlere biraz daha bozkır uğultusu çöktü. Taş evlerin kenarında, bazen merdiven altlarında öpüşürken gördüğüm oluyor kızılcıkları. Onlarda fazlaca var umut; biz ise onlardan birkaç yıl öteye kadar taşıyabildik koca umut taşlarını. Şimdi bağırlara basıldı hayal kırıklıklarından dağılmasın diye yürekler. Sustuk mu ne? Sen gittiğinden beri sustuğumu söylüyorlar. Aslında daha çok konuşur oldum. Gece yazıp yaktıklarım ısıttı beni. Sonsuza kadar ıssız kalacak yatağımı yanmış kağıt kokuları doldurdu. Geldiğinde yüzüne söyleyeceklerim ve atacağım tokat canlandı zihnimde. Hiç insan milyonlarca kez ezberler, hayal eder mi? Ben sana atacağım tokadı senden bile çok sevdim. Sensizliğe inanmak kalbimi bir arada tutan umut taşını atmak demekti. Beni ikna ettiler. Seneler oldu. Şimdi bir adres var elimde ve sana yollanacak binlerce mektup. Gittik ve gördük sonunu elimizde kocaman bir pişmanlık. Avluda koşturan iki kara çocuğu hatırla. Tırmandığımız ağaçları ve hep kanayan yaralarımızı. Yaş aldık birbirimizi kanattık. Her gün sana gitmeyecek bir mektup yazıyorum. İhtimalleri düşünüyorum ve aslında umudu yok edemiyorum.

4 Haziran 2014 Çarşamba

MUZAFFER İLHAN ERDOST/12 EYLÜL/KATLİAMLAR

Söyleşimizin ikinci bölümünde Muzaffer İlhan Erdost'la 12 Eylül'ün iç yüzünü konuşuyoruz. Katliamları detaylı bir biçimde kitaplarında inceleyen Erdost; ülkenin kör ve teslim edilmiş halinden yakınıyor. Birçok suçlunun dışarıda olduğundan söz ediyor. Önce biraz 12 Eylül'ü hazırlayan süreci anılarla dinleyelim.



Maraş katliamı diyince akıllara ilk Ökkeş Kenger geliyor. Soyadını Şendiller olarak değiştirdi. Adana'da sıkıyönetim mahkemesinde bir numaralı sanıktı. Beraat etti. Erdost;
-Ökkeş Kenger Alexandre Pack'ten talimat aldığını itiraf etti. Alexandre Pack, Sivas ve Maraş'ta var. Bir kişi bütün ülkeyi katliamlara boğabiliyor. İşte 12 Eylül bu görmemezliklerin gölgesinde başladı.
12 Eylül sonrası çıkardığı kitabı isimler üzerinden tanıtıyor.Çoğu yaşamayan bu isimler bilinmeyenleriyle gömüldü.

-Didar Şensoy'un kardeşi içeride idi. Meclis kapısına direnişe geldi. Kalp krizi geçirdi, öldü. 12 Mart'ta sıkı yönetim döneminde DEV-GENÇ sanığı olarak beni aldıklarında Akın Özdemir ile tanıştım. Fakat o davaya beni daha fazla ceza alabilmem için yamamışlardı. Doğan Öz ise Cumhuriyet Savcısı'ydı. Ankara'da bir katliam oldu. Katilin Site Yurdu'nda olduğu ortaya çıktı ve savcı arattı. Üç gün sonra öldürüldü. Öldüren İbrahim Çifçi'ydi. Aynı isim Bahçelievler Katliamı'nda da geçiyor. Yılmaz Güney, Enver Gökçe ile ilgili yazılarım var. İnkılap Dal'la ilgili fazlaca koşuşturmalarım vardır. İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Başkanı idim o zamanlar. Kendisi Manisalı idi. Mezarına gittim oradan biliyorum. Kan kanseriydi. Cezaevinden geç tahliye edildi. Fransa'ya gitti gittikten 10 gün sonra ölüm haberi geldi. 12 Eylül'den sonra çıkardığım anı kitabımda bu isimler var kısaca.
Erdost iş temposunun hiç düşmediğini söylerken pek yakınır gibi değildi. İlerleyen yaşına rağmen oldukça keskin olan hafızasıyla üzerinde çalıştığı incelemelerden ayrıntılı bir biçimde bahsetti. 
-Yeni yazılarım ve çıkan kitaplarım var. Küçük bir kitap var; “Bir Fotoğrafa Alt Yazı” Leninin heykellerinin sökülmesiyle başlıyor. Bir şiirim var. Marx'ı örnekleyerek sosyalist sistemin dağılışından sonra denize gençlerin atılması gibi bir öykülemem var. “Yabancılara Toprak Satışı ve Yasalaşma Süreci”, “Toprak Reformu ve Demokratikleşme Oyunları” isimli iki kitap matbaaya verilmiş durumda. Yabancılara toprak satışı ve Yasalaşma süreci Akp iktidara geldikten sonra hazırlık buymuş gibi başladı. Araplara toprak satıldı. Önce bir yıllık yasalar çıktı. Anayasanın özüne aykırı yasalar çıkarıyorlar. Bu süreçlerde dört yazı yazmışım. Bunları topladım. Herkes Said Nursi öğretisini yazdı. Darwin'i şeriat süzgecinden süzmek ne demek? Said Nursi'ye göre mektepliler değil medrese uleması tarafından bilim gözden geçirilmelidir. Hükümetin eğitime monte ettiği değişimleri; onun görüşlerine göre değiştirip uyguladığı bilimin islamlaştırmasını yazdım. “Faşizm tartışmaları 1978” adlı kitabımda anarşizm incelemelerim olacaktı. Fakat onu başka bir kitap haline getirdim.
Muzaffer İlhan Erdost "Sosyalizmi Seviyorum" kitabından bizim için seçtiği bir bölümü okuyor:
Memleketimi seviyorum, diyor. Dar zamanlarından birinde; yurt sevgisini gericiliğin karabasan gibi çirkinliğinin tekeline aldığı, Nazım'ı bunalttığı bir günde. Sosyalizmi seviyorum diyorum. Hapishanesinde nezaretde mahkemede de olsam.

MUZAFFER İLHAN ERDOST-İKİNCİ YENİ/YILMAZ GÜNEY

Muzaffer İlhan Erdost'la edebiyat'tan 12 Eylül ve siyasi bağlamlarına; yayıncılık hayatından şairlerle olan yakın arkadaşlıklarına varan uzun bir sohbetteydik. Bu sohbeti iki bölüme ayırmak niyetindeyim. Önce biraz edebiyat ve anılardan söz edelim. Daha sonra ise 12 eylül ve öncesinde yaşanan katliamları irdeleyeceğiz. Bildiğiniz üzere Muzaffer İlhan Erdost “İkinci Yeni” akımının isim babası. Bu ismi nasıl koyduğunu öğreniyoruz:

-O zamanlar Pazar Postası'ndayım. Zaten İkinci Yeni'nin tezgahı orasıydı. Bazen yazı yetişmiyor adımı değiştirip 3-5 yazı birden yazdığım bir dönemdi. Yazı makinesi derlerdi. Yeni şiirler var farklı dediler. Hakkında yazı yazılacak. Yazdım, başlık arıyorum. Basıma yetişecek. Aklıma “İkinci Yeni” geldi bir anda. Sonra birgün “bu yeni şiirin adı nedir?”diye konuşuyorlar. İlhan Berk, İkinci Yeni koydular bile onun adını,dedi.
İkinci Yeninin zorluğu sizce neydi?
Şiir yazmayı öğrenirsin, yeteneğin doğrultusunda ona özgünlük katarsın. Bilmem kaç yüzyıldır egemen sınıfa ait olmuş divan şiirine bakınız. Aruzu ve vezni ile yıllardır aynı şeyi söyler. Tıpkı bir vazo yapar gibi hassas bir şekilde kendine özgü oyalar bezer. Halk şiiri toplumsal yaşayıştan,tarihten ,gelenekten soyutlanamaz. Şuan ki şiirde bir önceki şiirin beslenmişliği ile ilerler. Halk şiirinden ilerleyen İkinci Yeni özgünlükte tamamen farklı bir yol izlemeliydi. Karacaoğlan gibi iletişimin az olduğu bir zamanda diyar diyar sazı eline alıp gezmek kalıcılık sağlamıştı. Artık Barış Manço şarkısı dünyanın heryerine hızla ulaşıyor. Fakat kalıcı olmuyordu. Bu şairler o siyasi çalkantılar arasında kendileri oldular. Hep varolacak soyut gerçeklikten hislere dokundular. Özgürlükle var oldular.
İkinci Yeni'ye ve öncü şairlerine baktığınızda bunları ortak noktada birleştiren eylem neydi?
-İkinci Yeni adından dolayı bir akım olarak gözükebilir. Aslında bir anlamda akımdır bir anlamda değil. Geniş anlamda akım olarak algılanabilir ama dar anlamda dadaizm gibi bir akım değildir. Bir akımın anlayışı ve ilkeleri önceden verilmelidir. Şairler önceden konuşur tartışırlar. Hatta manifesto ile düşüncelerini duyururlar. Bu bana oldukça gülünç gelir. Bu durumlar aslında İkinci Yeni'nin birebir karşıtıdır. Geniş anlamda kültürel olarak belirli aşamalarla yaygınlaşan bir eğilimi kucakladığı için akım sayılabilir. Şairlerin ve şiirin olgunlaştığı bir dönemdir.Anlamsal dizge bir bakıma şiirin prangası olur. Anlam şiirin önünde durdukça önceki şiirleri anlamını korur ve sürdürür. Anlamın şiirle birlikte oluşması bir önceki şiirlerle bağının kopması başkalık yaratmıştır. Çok sonra yazdığım İkinci Yeni'de anlam üzerine yazdığım yazımı yanlış yorumladılar. Fakat burada söylediğim şey anlam üzerine şiir yazmanın şart olmadığı şiirin rastlantısal bir şekilde anlam kazanabileceğiydi. Anlam kaygısı olmadan da şiir yazılabileceğinden bahsettim her şiiri böyle yazın demişim gibi saçmalıklar sergilendi. Şiir ipe boncuk dizer gibi kelime dizerek yazılmaz ki! İkinci Yeni bu durumu kırmıştır. Şairin şiiridir. Bu durumda anlam ve şiirsel dizge olarak birbirlerinden farklı olan bu şairler kendi şiirlerini yazma istekleriyle bir arada gözüktüler.Not:Muzaffer İlhan Erdost'un sözleri aklıma Ece Ayhan'ın bu akıma "Sivil Şiir" demesini getirdi.
Ankara Rüzgarlı Sokak'ta bulunan gazete anılar ile dolu. Cemal Süreya ve Ahmet Arif'le olan farklı arkadaşlıklarından konu açıldı. Gazetede gece amirliği yaptıkları uzun sohbetleri özlemle andı. Gece nöbetinin sonlarına doğru Ulus'tan Kızılay'a yürürlermiş. Bir Ankaralı olarak ne muhteşem bir düş... Cemal Süreya'nın Ahmet Arif'in şiirlerinde ki imgeleri çok beğendiğini biliyor muydunuz? Ahmet Arif'in bir şiirinde “iki canlı tavşan” diyerek hamileliği kastetmesini, Anadolu söyleyişlerini yakalamasını Cemal Süreya çok beğenirmiş.
Konu Yılmaz Güney'e geliyor. Yılmaz Güney ile ilgili bir yazı istemişler. Yılmaz Güney ilk hikayelerine can verdiği sıralar birbirleriyle tanışan Muzaffer İlhan Erdost'tan onu dinleyelim. Bu yazıyı bizim için okuyor. Muzaffer İlhan Erdost' edebiyatla ilgili sohbetimizi bu duygusal metinle sonlandırıyoruz.

2 Haziran 2014 Pazartesi

GEZİ YILDÖNÜMÜ-ANKARA

Bu sene yıldönümlerimize yeni bir yıldönümü ekledik. Gezi olaylarının birinci yıldönümü sıcak çatışmalarla geçti. Herkesin kafasında "neden" sorusu ve ötesi berisi yamalı bir cevap. "Düpedüz vatanhainliği bunların yaptığı" diyen amcalarımız çok var. Bu ülkede devlet malına zarar ziyan vatandaşın ölüp gitmesinden hep daha önemli olmuş. Amcalar, teyzeler çok açlık yokluk çekmiş. Millet öyle çok ölüm görmüş ki sıtma arar halde. Şimdi meselemize dönelim bu Ankara'da ne oldu? Geçen sene bir abi vardı. Adı Ethem! Benim dolmuş durağına gittiğim yol üzerinde adı Ahmet olan bir polis tarafından kafasından vuruldu. Her şey kanıtlandı ama sonuçlanan bir şey yok. Şimdi acaba bunun rahatlığıyla canlarını sıkanın kafasına sıkarlar mı? Yada tehdit ederler mi? Şüphe. Aradan vakit geçtikçe ölüm haberleri aldık. Budaklı odunlarla sokak köşelerinde dövülmüş Ali'yi düşündük. Gezi'ye başlayan insanlar bu kadar şiddetle karşılaşacaklarını tahmin edemediler. Evet şuan geri çekildiler. Geçen seneki kitlelerin olmama sebebi ölümlerin trajik artışıdır. Polisin ne yapılırsa yapılsın aşırı gücünü kontrol etmemesidir. Barışçıl kitle sokağa artık inemiyor. İnse bile büyük bir saldırganlıkla karşılaşınca tutunamıyor.
Gezi'de Kızılay
Gezi'nin yıl dönümünde Kızılay'da toplanan  kitle Ziya Gökalp Caddesi'ne dağıtıldı. Bir kısmı zaten dağılmış olan eylemciler tekrar toplanıp polisle çatıştılar. Polisin müdahalesinin büyüklüğünü gün boyu ara sokaklardaki koşturmadan anlamak mümkündü. Kızılay'da 8 Toma görev aldı. Ankara'da 10bin polis görevlendirildi. İlk gün 17 kişi gözaltına alındı. Aralarında 18 yaşından küçük iki çocuk, avukatlar ve Ethem Sarısülük'ün kardeşi Cem Sarısülük vardı. Dün ise Polis Ethem Sarısülük'ün vurulduğu yere ailesinin ve yakınlarının karanfil bırakmasına izin verdi.
Tencere-tava Sesleri
Saatler 10'u vurduğunda Ankara'nın bazı sokaklarından tencere-tava sesleri yükseldi. Kızılay'da ise çatışma ara sokaklara taşınmıştı. Gezi ruhunu hatırlatan birçok görüntüyle karşılaşmak da mümkündü. V for vendetta maskeleri yine geziciler arasında revaçtaydı. Güldüren duvar yazıları ise Gezi eylemlerinin olmazsa olmazları olarak yine her köşeyi süsledi.



30 Mayıs 2014 Cuma

"EL"

Gevşek ve titrek ellerimi uzatıyorum. Nasırlı ellerinin içinde ufalanıyor. Yağma. Derinliklerine dalıyorum. Bana kulaklarımdan girme lütfunda bulun istiyorum. Bu yüzden ellerim korkak, tenim isteksiz; kaçıyorum. Bomba. Aklıma deli istekler geliyor. Zaptolması yarına bırakılırsa şehri karıştırabilir. Üstelik sadece sana dair olan. İnanabiliyor musun bir sevmek bir insan bir şehir...  Mal oluyorsun bir anda gelecek günlerin aydınlığına. Işık. Ellerimi bıraktın. Şimdi neredeyiz? Yasak bir ormanda; o orman neden yasak bilir misin aslında? Ağaç. Biz şehirler kurarken dümdüz edince asfaltlarca yasaklandı ormanlar insanlara. Şimdi en ilkele dönüş yaparsak günahlarımızı satabiliriz Tanrı'ya. Vaftiz. Ayaklarımızın altında yapraklar ve her biri ölü bir insan bedeni. Çiğneyerek arınmaya gidiyoruz diğerlerinin yaptığı gibi. Sular çekiliyor biz yaklaştıkça; çıplaklığımızdan utanmaya başlıyoruz. Bilmem neden? Öp. Affolmak niyetimiz bedenlerimizin yangınına karışmak üzere. Koşuyorum bacaklarımdaki acıya aldırış etmeden. Tüm mide bulandıran kutsallıklara dalıyorum ilk bulduğum iskeleden. Sen. Gözlerimi açtığımda kuru ve mutsuz dünyamda karşımdasın. Ellerim gevşek ve titrek uzatıyorum sana. Sadece bir an ve gidişine gün batımları katan. Ben. Başkalarına mutlu başkalarına sıcak başkalarına gündoğumu olan sarsılmayan nasırlı ellerini düşünüyorum. Ateşim yükseliyor, başım dönüyor ve sanki büyüyor ellerim...Öneri:Sait Faik Abasıyanık-Büyüyen Eller

BEYAZ MANTOLU ADAM (inceleme)

Beyaz Mantolu Adam Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabının ilk hikayesidir. Yazar’ın 1975 yılında yayımladığı kitap 70 sonrası toplumunun yaşadığı bunalımı simgesel ögelerle resmeder. Türk edebiyatının ilk post-modernist yazarlarından kabul edilen Atay romanında ki “tutunamayan insan” ögesini hikayelerinde de ön plana çıkarır. Tutunamayan bu insanlar düzen dışılıkla cezalanmış, kimliksizleşmiş, kendi içlerine çekilmeye zorlanmışlardır. Onları buna zorlayan ise çarpık burjuva toplum düzenidir. Beyaz Mantolu Adam adlı öykü değineceğim birçok yönüyle bu toplum düzeni içindeki tutunamayan bir karakteri trajikomik bir biçimde yansıtır.
Hikâyenin ana kahramanı bir dilencidir ve öykü boyunca hiç konuşmaz. Söylenenlere tepki vermez, insanları duymazdan gelir. Atay’ın kurmaca dünyasına ait bu dilenci dilenmeyi bile beceremiyordur. Becerememekle yani başarısızlık ağıyla örülü bir çemberin ortasındadır. Bu adam dilendiğine göre hayatta zaten başarısız olmuştur. Dolayısıyla o iki kere başarısız olarak bu ağı yırtar. Etrafındaki dilencilere benzemez, onlar gibi istekleri hatta somut düşünceleri yoktur. Bir çoğumuzun yaşadığı gibidir belki de yaşamla ölüm arasındaki bir araftadır. Beyaz mantolu adam kendi içinde bir dünyada yaşıyordur. Bir sokak satıcısından aldığı beyaz bir kadın mantosunu giyer. Satıcının kötü gözükeceğini söylemesini umursamaz. Toplum onlardan farklı görünen bu insana bir yabancıymış gibi bakar. Ona “Hey Mister!” diye seslenirler. Edilgen bir tavır içinde kendinden isteneni yapar. Gömlek satar, müşteri çekmek için vitrinde durur. Hiçbir şeye karşı koymaz. Ne topluma uyar ne isyan eder. Okur hikâyeyi okudukça Beyaz Mantolu Adam’a acır. Kimileri içten içe onunla arkadaş olma isteği duyar. Kahramanımız birbirleriyle etkileşim halinde olan toplumsallaşmış bir dünyaya zıt, aykırı bir figür olarak karşımıza çıkar. Her şeyi ile toplum gerçeğine aykırıdır. Zamanla çevreden tepki almaya başlar. Bazıları kötü bir hastalığı olduğunu düşünerek ondan tiksinir, bir diğeri üzerinde kadın mantosu taşıdığı için sapık olduğunu iddia eder. “Halkın huzurunu ihlal ettiği” yargısı güçlenir. Giderek artan mahalle baskısı karşısında bizim Beyaz Mantolu Adam kaçar. Mantosuyla denize girer, giysilerin ağırlık yapması ve kendisinin de yine hiçbir çaba göstermemesi neticesi boğularak ölür.
Bu hikaye birey-toplum çatışmasını çarpıcı bir biçimde yansıtır. Beyaz Mantolu Adam’a bir çok yakıştırma yapılabilir. “Kalabalıklar içinde yalnız kalan”dır. Sürekli bir akış halinde ve arayıştadır. O “özgürlüğü arayan”dır. Beyaz mantosu burjuva toplumuna karşı saklandığı bir kabuktur.
Kendisi ile mücadele eden birey aşamadığı benliğini ölümle cezalandırır. Hikaye modern dünyanın açmazlarında yolunu şaşıran ve buhranlar yaşayan insanın “kafkaesk” bir yansımasıdır. Bu intihar, kendi kendisini aşamayan bireyin çaresizliğinin bir göstergesi olarak da düşünülebilir. Beyaz mantoyu giydiği an toplumsal düzene ilk kez başkaldırmıştır. Kahraman boka batmış olan bir düzene karşı koyan bir tiptir. Bu öykü Oğuz Atay'ın sivil itaatsizliğidir.
“Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı.”1
Mantoyu aldığı an öykünün kırılma anıdır. Manto bir kadın mantosudur. İmgesel olarak bir anneyi çağrıştırır. Korunma içgüdüsü duyan yalnız bir insanın kimlik arayışıdır. Kahraman mantoda güçlü bir kimlik görür. Onun rüzgârda kımıldamaması bu güçlü kimliği bize anlatır. Mantoyu giyen kahramanımızın savrulmuşluğu ortadan kalkıyor. Bir var olma çabası başlıyor. Atay; o ana kadar hiçbir etki yaratamayan bu adama mantoyu giyince “yerdeki su birikintisinden güneşle birlikte yansıyor.” diyor. İnsanlar ona bakıyorlar. Böylece öykü yeni bir alanda akmaya başlıyor. Beyaz Mantolu Adam’ın bir şey olma çabasına, bunalımlarını topluma karışarak aşmaya çalışmasına akan hikâye umutsuzlukla sonlanıyor. Modern imgeleri ve kafkaesk alegoriyi en iyi şekilde yansıtan bu öykü Kafka’nın kurmaca yapılarından beslenir. Dil olabildiğine sadedir. Yoğunluk ise metaforlarla sağlanır. Oğuz Atay’ın romanları kadar öyküleri de başarılıdır. Beyaz mantolu adam hayattan yorulmuş bir adam değildir, o yaşayamamak çaresizliğini yaşar ve okura yaşatır.
Not: Yazarın çevresi bu karakterin esin kaynağının Çiçek Pasajı’nda tüm gürültü ve kalabalığa karşın kıpırdamadan duran bir kemer satıcısı olduğunu söylüyor. Yarı meczup konuşmadan duran bu adam Atay’ın çok ilgisini çekiyor. Bu öykünün Yüksel Yavuz’un çektiği bir kısa filmi de mevcuttur.                                          

     1.Atay, Oğuz. Korkuyu Beklerken s.14.

ASKIDA BİLET

5-15 Haziran 2014 tarihleri arasında düzenlenecek olan Ankara Uluslararası Film Festivali "askıda bilet" uygulamasıyla başlıyor. Daha önce fırınlarda tesadüf etmiş olabileceğiniz "askıda ekmek" uygulamasının sinemaya yansıtılmış bir biçimi. Bu uygulama bilet alacak durumu olmayanlara ve öğrencilere festival filmlerini izlemenin kapılarını açacak.  İlk üç seans için askıya alınacak biletler Kızılay Büyülü Fener Sineması'ndan edinilebilecek. İsteyenler istedikleri kadar bilet alıp ihtiyacı olanlar için askıda bırakabilecekler. Türk Eğitim Derneği'nin desteklediği bu projeden 50 seçkin filmin gösterileceği festival boyunca herkesin yararlanabilmesi umuluyor.
ankara

22 Mayıs 2014 Perşembe

TOPLUMUN TANRISI


Bu defa edebiyat parçalamaya gelmedim. İçim en açık kelimelerle anlatmak istiyor derdini; basamakları hayata söve söve çıkıyorum. Sikindirik dünyanın bok gibi gerçekleri dikiliyor karşıma. Cellatlar ete kemiğe bürünüyor. Darbe yıllarındaki faili meçhuller yerini faili meşhurlara bırakıyor. Bir somutluğun içinde hiçlik yaşıyoruz. Güven duygusu yiten binler geliyor. Geleceğe bu gençler yön verecek. Tepeden tırnağa politize olmuş bir toplum her yapılan insani çağrıyı politik algı içine sıkıştırıyor. Dostluklar birinin kafasındaki örtü diğerinin kıçındaki şort arasındaki ahlaki baskıyla köreliyor. Sıkışan insanlar sahip oldukları benlikleri sorgulamaktan çok başka insanların benliklerine yöneliyorlar. Evet millet; dedikodu güzeldir. Kendi dışındaki benlikleri tahmin etme yolculuğu çözümleyemediğin seni unutturur sana. İçinde yaşadığın toplum ise sen bu hayal dünyasına sürüklendiğin sırada kaynıyordur. Hiç düşünmezsin bana yaklaşır mı bu cellatlar? Birgün suratına bir cop inmek üzereyken hissedersin. En olmadık anda seni de bulabilirdi kör bir kurşun. O arşivlerce fotoğrafına sahip olduğunuz sevimli suratın parçalanabilirdi. Tam alnının ortasında kanlı bir delik düşün. Çünkü çok uzak değil. Tanrıyla buluştuğun noktada; cemevinin bahçesinde yerde ve ölü bulabilirsin kendini. Bir cami,sinagog,kilise yada iş yerinin önünde kafana sıkabilirler.
Şimdi yaşamdan kaçış vakti bu kadar yüzleşme yeter. Kemerlerinizi bağlayın ve uçuşa geçin. Tatlı tebessümünüzü takınıp "acaba yarın benim de kafama sıkarlar mı" telaşına girmeyin? Yooo sakın yapmayın! Çünkü biz toplumsal karışıklık istemeyen tanrılara secde ederiz.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

DİPSİZ...

 Allah belamı verdi sonunda. Nefesimsin Gülşah ama nerdesin? Seni arıyorum bu karanlık yollarda. Bulacağım elbet umutsuz sandığın gecemize yıldız edeceğim gözlerini. Parlak bir gece vadediyorum. Bembeyaz memelerine başımı gömeceğim. Geleceğim sana söz veriyorum; geleceğim. Sana yeminler olsun daha da gitmeyeceğim. Bitmeyen nefessiz bir yolun dönemeçleri sıkıştırıyor beni. Affet seni de çektim bu makuz talihime. Bırakmam seni bir başına Gülşah; geliyorum. Yarını olmayan ıssız tozları deliyorum. Ellerim karaydı az önce şimdi parlıyor mu ne? Sanki gözlerin avuçlarımın içinde. Bilinmezliğin içindeyim. Unutma beni sen unutursan kaybolurum. Bırakma burası çok derin. Takaatim kalmadı şimdi yerdeyim. Durursam gelemez miyim? Haklısın! Durmazsam gelebilir miydim ki? Durdum. Yetemedim sana bu yolu bile bitiremedim uğruna. Hadi uyumadan gel otur karşıma. Gün şimdi karlı bir dağ tepesi kadar uzak bana. Askerliğim aklımda ölmeye hep yakınmışım aslında. O dağın tepesinde güneşi yakalardım tüfeğimin ucunda. Soğuk gece nöbetlerinde hayalindi beni ısıtan. Ve şimdi cehenneme yaklaştığım bu anlarda "dipsiz"de aynı hayal beni ayakta tutan. Ellerimde çoğalan gözlerin ışık ışık sen oluyor. Geldin ha! Oturalım dipsiz nöbette koyun koyuna. Kucağına al beni uyut; yakma...Çoğalıyoruz birlikte pirüpak artık ellerim.

8 Mayıs 2014 Perşembe

ADI OLMAYACAK

Biraz önce ölmüştüm, dedi. Dışarıda ağlayan bir kadın sesi çığlık çığlık. Şimdi ölü bedenimin yeniden dirilişini kutluyorum.  Perde perde yükseliyor ses. Bu kadar erken bir zafer beklemezdim doğrusu. Çürümeyi isterdim. Boyun eğmeyi dilerdim toprağın sahipliğine. Yüzyıllık ölüler gibi bir hiç olmayı beklerdim. Oysa kokusu bile çıkmayan bir diriliş öyküsü bu. Adı olmayacak kadar baştan savma. Şimdi beni aradığın yerde miyim? Yanlış yerdesin, gel. Artık isimler kabuller değişti. Bakarken değiştirmeyi öğrendim. Öğrettiğin gibi. Anlamaya çalış senin için zor bu ikilem. Sıkılgan ruhun boşlukları dolduramayacak. Tıpkı beni tereddütsüz öldürüşün gibi yine duramayacaksın. Ağla ve bunun için ben sana izin veriyorum. Ardımdan tuttuğun amansız yas hiç bitmesin. Hiç bilme bu diriliş öyküsünü. Adı olmayacak sen kahrolacaksın. Gömdüğünü sandığın çürümüşlüğümle hüzünlü gecelere dalacaksın. Kan kus ve bunun için sana yalvarıyorum. Kaburgalarıma indirdiğin darbeydi bana kan kusturan. Fare sesleri. Susmuyorlar. Tahtalar içinde sıkıştığımdan bu kadar sinirliyim. Bir hapishane hücresi daha yeğdi. Artık ölü değilim. Bu bir diriliş partisi, uyanın! 

1 Mayıs 2014 Perşembe

SİZCE ÇOCUK ÖLÜMLERİ NEDEN OLUYOR? (SOKAK RÖPORTAJLARI)

                                           Mehmet Akarca (Televizyoncu,Köşe yazarı)
Bu olaylar uzun zamandır olan olaylardır. Son zamanlarda arttığı iddia ediliyor. Çok farklı sebeplerle çocuklara yönelik şiddetin oluştuğunu görüyoruz. Faillerin açıklamalarında kimisi uygunsuz ilişkilere giriyor, kimisi ablasıyla evlenemediği için öldürüyor. Bu hunharlığın artmasında acaba televizyon yayınlarının etkisi var mı? Medyanın etkisi nedir? İnternetin yayılmasının facebook, twitter gibi sosyal medya sitelerinin etkisi var mı? Ben tahmin ediyorum ki insanların haberleşme yollarının artması iç yüzlerini göstermelerine farklı arayışlara girmelerine neden oldu. Gelişme arttıkça haliyle sorunlarda artıyor. Olaya nostaljik  bakarsak eskiden televizyon yokken yada bir tane iki tane iken komşuluk gelişmişti. Komşuluk ilişkileri neredeyse bitti. Televizyon bitecek gibi değil. Eğitim çözüm olabilir. Ama bu dizilerle olabilir. Bir televizyoncu olarak biliyorum ki çoğunluk belgeseller, eğitim programları izlemiyor. Ayrıca aileler rahat davranmalılar çocuklar üzerinde çok baskıcı olmamalılar. Daha sonra bu çocuklar çok farklı şeylere eğilim gösterebiliyorlar. Çocukların kişiliklerini geliştirmek lazım.
                                           Mustafa Ünal (Kamu Kuruluşunda Çalışıyor)
Ailelerin bilinçlenmesi önemli. Çocuklarıyla yeteri kadar ilgili değiller. Sağlıklarıyla, özel hayatlarıyla ilgili olmalılar. Modern çağın insanları birbirinden uzaklaştırması anlaşılır belki. Ama biz geleneksel bir toplumuz. Aile yapımız sağlam. Bu nedenle çocukları aileleri gözetmeli.
                                                           Satı Nergis (Ev Hanımı)
Annelik zor şey. Bir çocuğu büyütüp bir yaşa getirmek hiç kolay değil. Hep gözün evladının üzerinde olacak. Ölümler, kaçırmalar oluyor. Görüyoruz bunları televizyonlarda. Korktuk biz de artık. Çok üzülüyorum ölen gençlere, çocuklara! Hepsi ana kuzusu. Benim fikrimce aileler daha çok ilgilenecek. İlgisizlikten oluyor bunlar. Kimsenin artık çocuğunun duygularından haberi yok. Küçücük çocukları dışarıya oynamaya bırakıp iş yapmaya dalmasın anneler. Zaman artık eskisi gibi değil. Ortalık pek kötü.
                                                   Mehmet Eraslan (Dönerci Ustası)
Türkiye'de ki adalet açığından kaynaklanıyor. Bu ülkede adalet diye bir şey kalmadı. Doğru dürüst ceza verilmiyor. Tecavüzden içeri girenlere ayrı cezaevleri açmayı planlıyorlar. Devletin böyle davranması yanlış olur. Daha katı davranılması gerekiyor. İdam insanlık dışı ama hakedenler de var. Yine de Allah'ın verdiği canı Allah alır. Cezaları ağırlaştırmak gerekiyor. Müebbet hapis cezası almalı böyle insanlar. Adaleti sağlamlaştırmalıyız.
                                                                Mustafa-(Bakkal)
Benim üç çocuğum var. Bunları yapanları idam ettirmek lazım. Başka türlü önüne geçilemez. Çok tepkiliyim. Örnek olsun diye bir iki tanesini idam ettirmek gerekiyor. Söylenecek çok söz yok. Çünkü bunun bir izahı, konuşulur tarafı kalmadı. Psikolojik tedavi görüyorlar. Yarım bırakıp salınıyorlar. Cezalarda da durum değişmiyor. Af olmamalı böylelerine.
                              Selda Özdil(Fransızca-İngilizce Öğretmenliği, Doktora öğrencisi)
Çocuklara sahip çıkabiliriz öncelikle. Bu konuda bir yazı okumuştum. Oldukça ilginç ve işe yarar olduğu söyleniyordu. Anne ve çocuk arasında bir şifre var. Bu şifre sayesinde yabancıların çocuğu götürmesi engelleniyor. Sadece çekirdek aile içindekiler biliyor. Çocuğa şifreyi öğretip o şifreyi söylemeyen insanla gitmemesi söyleniyor. Bu çok ilginç bir uygulama ve yararlı. Bu tür uygulamaların ülkelerde olması bilinçle alakalı. Ben eğitimsizlikten şikayetçiyim ve işinde ailede bittiğinde ısrarcıyım. İş hayatından çocuklara vakit ayıramıyorlar. Çocuklar kendi bilinçlerini hızla kendileri kuruyorlar. İnternet çağını yaşayan bir nesille karşı karşıyayız. Ona göre bir tavır takınılmalı. İnternetin pornografik ve kötü içeriklerle dolu olduğu bir gerçek fakat çocuklara "Medya Okur-Yazarlığı" dersleri verilmeli. Bu konuda eğitim sistemi boşluklarla dolu. Ne yapacağını bilen  çocuklar daha az zarar görecektir.
                                                             Serkan (Kitabevi Sahibi)
Gittikçe muhafazakarlaştığını iddia eden bir toplumda bu muhafazakarlaşmanın tersine bir yozlaşmanın, çürümenin olduğunu görüyoruz. Muhafazakarlıkta yaratılmak istenen dinle bezenmiş bir ahlaktır. Türkiye'de tersine bir gidişat var. Bu sorunsalın üzerine kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. En kolay cevap cezalar arttırılsın olur. Sorunun özüne yani zihniyete inmezsek sorunun özünü kaçırırız. Cezalar zaten yeterince ağır; bir çocuğa tecavüz edip öldüren biri ağırlaştırılmış müebbet yiyecek. İdam cezası gelsin diyecekler. Rousseau'nun bir sözünde dediği gibi; yoksula yol yapacağınıza, ihtiyaçları için yardım dağıtacağınıza yoksulluğu ortadan kaldırın. Köküne inmeliyiz. Cinsellik meselesi bu toplumda hala bir tabu halinde, üstü kapalı tutuluyor. Kızlı-erkekli kalmayın söylemleriyle toplum bastırılıyor. Bu baskı sıkıştırıyor. Sonra Adana gibi Kars gibi çok muhafazakar şehirlerde patlıyor. Kadınları ve çocukları sorunlu özne olmaktan kurtarmalıyız. Bu da erkek egemen toplumun kırılmasıyla olur. Eğer baştaki insan 15 yaşında bir çocuğun ölümünden herhangi bir üzüntü duymaz, başsağlığı dilemezse sıradan insanlar çocukları rahatça öldürürler.
www.ankarahaber.com

19 Nisan 2014 Cumartesi

"DİRENİŞ NÖBETİ"

Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santralleriyle kömür işletmelerini işgal eden enerji ve maden işçileri Muğla'da eylemlerini bitirdiler. Ancak direniş çadırında nöbet devam ediyor. 10 Nisan'dan beri Ankara'daki Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın önünde direnen Yeniköy ve Kemerköy termik santral işçilerine dün polis tarafından müdahale edilmişti. 30 Nisan'a kadar bekleyeceklerini belirten işçiler Yatağan'da 8 aydır grevde. Bugün direnişin Ankara ayağında eylemin nedenlerini işçilerden dinledim.       www.ankarahaber.com

Sinan Yılmaz :"Bu eylem Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin, limanın özelleştirilmesine karşı bir eylemdir. Bütün işçi arkadaşlarımızla bu eyleme destek olmak için buradayız. Bu uğurda yolumuzdan dönmeyeceğiz. Vatan toprağının satılmaması için buradayız."
Kemerköy ve Yatağan Termik santrallerinin kurulu gücü 630 megavat karşılık geliyor. Yeniköy termik santralinden ise 420 megavat enerji elde ediliyor. Bu ülkenin elektirik üretiminin yüzde 3'üne denk geliyor.
Mustafa Ali Alparslan:"Ekmeğimiz için, çocuklarımız için, geleceğimiz için bu eylemi yapıyoruz. Atalarımızın bize bıraktıkları toprakları korumak için direniyoruz."
Dün ihalenin yapıldığı 15:00'da Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın önünde işçilere müdahale edildi. Plastik mermilerin ve atlı polislerin olduğu müdahale sırasında işçilerden ve gazetecilerden yaralananlar oldu. Bugün ise "direniş nöbeti" dedikleri eylemleri devam ediyor. 
Turan Sevinç:"Ekmek aş için bu eylem. 8 aydır Yatağan'da 10 gündür de Ankara'da işyerimize,çocuklarımızın geleceğine sahip çıkalım diye direniyoruz.Bu bizim şahsi meselemiz değil. Bu ülkenin meselesidir. Dün ihale sırasında çok sert bir müdahale vardı. Bacağımdan yaralandım. Ben kardeşimi bu vatan uğruna şehit verdim. Bu devletin polisi bana bunu yapmamalıydı. Üç çocuğum var. Bizim ki vatan davası, ekmek davası."
Yüz kadar işçi ile eyleme başlayan termik santral işçileri Kurtuluş Parkı'nda şuan direnişte sembolik bir işçi sayısıyla bulunuyorlar.  İşçilerin bir kısmı Çatalağzı Termik Santrali özelleştirilmelerine direnen işçilere destek için Zonguldak'a gitti. Özelleştirilmeler sonucu işçilerin sendikasızlaştırılcağı ve taşeron işçiliğin artacağı endişesi taşıyorlar.
90 yıllık birikimler sonucu oluşan bu işletmeler ranta ikinci kez açılmak isteniyor. İlk direnişlerinde başarılı olan işçiler: "Enerji en önemli iş koludur. Ülkenin can damarını kesmeyin, diyor."




11 Nisan 2014 Cuma

NEFES DURAKLARI

Her noktasına aşina olduğum, nefes durakları ile dolu; sevdalı bir şehir bugün iç çekmekte. Öylesine sinir bozucu bir alışmışlık ki bu ne yana dönsen yargılandığın bucaklar seni sarıyor. İşte yeni birgüne karşı göğüs germekteyim. Haşmetli bir duruş sergilemek, palazlanmak boşlukları doldurur mu dersiniz? Diğer günlerimin aksine kinimi kusmayacağım. Daha karanlık daha sakin olacak bugün. Bu ağarmaya direnen günü aydınlatıp alevlendirmeye çalışmayacağım. Bulutlar güneşe selam çakıyor. Büyük bir kasvetle ruhları emiyor. Bu kadar dert etme. Zaten bildiğin bir şey bu; hayat çakallara gülüyor. Benim işim yolda takılıp düşmek. Düşe kalka heyecanlarla sevdalara koşacağım. Evrileceğim; içimi parçalayacaklar, çekiştirilecek ruhum. Sünecek. Şimdilik dizlerim yeterince kanlı ve ben nefes durağımda bekliyorum. Siz bildiğiniz şehirlerden gidin ki düştüğünüzde dinlenebilin. Benim yolumda güz bakışlı çocuklar vardı. Yoldan saptırırlardı. Lağıma düşmeden umumi tuvalet gezmek gibiydi yaptıkları; pisliğe alıştırmaktı. Herkes kadar bombok yolum. Ayarımız bozuldu. Ne diyorduk? -"Aşkolsun!"- Pardon elden ele uzatabilir miyiz şehri? İnsanlar bol ve hafif. Bu sebepten yukarından bakıyorlar. Hafif olan yükselir. Bize caka sandıkları ahmaklıklarını satıyorlar yolda kurdukları tezgahlarda. Zavallı dünyam zavallı şehrim... Bazı çocuklar tanıdım. Yanımdan geçip gittiler. Ateş gibi bakarlardı. Zalime sükuna isyan eder. Ahkam kesen zavallılara meydan okurlardı. Ah çocuklar onları bu yollar aldı. Karanlık şehrim gri kaldırımlar ben ateşe düştüm. Siz o çocukları unutmayın, beni unutmayın...

8 Nisan 2014 Salı

NİSAN YAĞMURLARI

göğün altında ağlamaya çok razı bakışları
deli ama kararlı seni anlatır bu nisan yağmurları. 
birden sağnaklarla üzerime üzerime gelen
                      ve bir anda bırakıp da gidiveren.
işte bir ağlamak günü daha sevdiğine
arıyor gözlerim seni tüm ıslaklığıyla toprağın ruhları mahveden kokusunda.
                                      heryer sen her yön sen.
dönüp duruyorum topaç gibi baharın adi kucağında
-sokaklarda sırılsıklamım- toprak kokusu sen yağmurlar sen bahar sen. 
şimdi sensiz bir yeni iklime kuşların yarışları
ben ağlamaklı; içimde gerçeğin haykırışları,
kan
yırtılmış kalp öbeklerimden akan
neden deme;baharın tazeleme vakti
bu yağmurlar mıydı beni yakan?
hayat bir temiz sayfaya daha geçti.

5 Nisan 2014 Cumartesi

PAMİR:DÜNYANIN ÇATISI

Şimdi bir ev kurmak var. Sağı solu duvarlarıyla sağlam olsun. Korusun kollasın tüm kötülüklerden bizi. Sığınalım içine. Eşyalar dolduralım en pahalılarından,sağlamlarından. Yaşadığımızı hissettirecek cinsten mobilyalar koyalım. Moda kovalasın dört yanımızdan. Yanımıza birde aşkımızı almamız lazım ki dört duvarın arası yuva olsun. Eh bir şeyler eksik kalıyor sanki anımsayamıyorum... Ahh o dünyayı yaparsın da o dört duvara sokarsın da tüm bunları senin dünyana bir çatı gerekecek. İşte onu gerek bize. Bir çatı kondurdun mu tarifsiz sevdaya seçilmiş kişisindir koca kainatta. Sabah gözlerini açıp bir ürperti duyduğunda anlarsın: dünyasının çatısı yerle yeksan. Bu tarifsiz elemi hangi kalleş lekeleyebilir ki? Üzgünüz zaten! Tüm dünyalara çatı olan minik yürekler için, kaybetmekten ölesiye korkuyoruz, yaralıyız. Bırakın yakamızı zebani kılıklı arsız çenebazlar! Biz mahzunuz her daim; masumlara duyduğumuz keder yüzünden. Kötü sözleri alın ve gidin. Çünkü biz şer saçan oklar karşısında ne diyeceğini bilemeyenlerdeniz.

4 Nisan 2014 Cuma

GECE VARDİYASI-ORJİNAL

YANSIMALAR

Yansımasına bile bakmadan yürüyen bir kadın var. Vitrinlerden görünen cismini gözbebekleri teğet geçiyor. Başı yukarıda ağaç dallarının eşsiz savaş dansına kulak veriyor. Rüzgar yağmur ve bulutlar bir güne doluyor. 
Kadın yürüyor; yarıyor adımlarıyla beton yolları. Metropol ismi takılmış yağmalanmış köylerden geçiyor. Düzen dışı olduğu için kendine acımıyor. Aksine yansımalara değil cisimleşmiş tek tiplere, insanlığın aynılığını görebildiğine seviniyor. Cıvıltılara doğru yön değiştiriyor. Belki milyonlarca adım atmış; bitkin yorgun yığılıyor ıslak çimlere. Çocukların efsanevi suratlarına, sahiciliğe doymak için bakıyor. Tüm çocuksuluğunu binlerce gökdelen arasına sıkışmış sonsuz görünen tabiata saçıyor. Artık yüzünde tebessüm, içinde aldırmaz bir heyecan var. Ayakkabılarını çıkarıyor koşuyor ağaçların, çocukların arasında. Ayakları aşınmıyor, toprak onu kirletmiyor.
Bir anda gürültüler artıyor. Pisliğin bile sesi duyuluyor. Huzur ondan uzaklaşıyor. Topluma yaklaşan kadın, tabiat ile metropolün savaş hudutunda, bir su birikintisine uzanıyor. Tekrar özgün, doğayla barışık cisimleşmemiş kurtuluş yolları aramaya başlıyor. "Nasıl yapmalı?" diyor.