23 Haziran 2014 Pazartesi

KLİTORİS

Tüm duyarlılığımı sakladığım buz gibi bir şişeyi yudum yudum tüketirken en mahrem yerimden dokundu. Söyleyeceklerim ıssız bir tada varacak kadar kifayetsiz mi kalacak? Yoksa bir sigara dumanı somutluğunda zehirleyici mi? Ürkme! Adımla korkak benliğini güvercin yüreğimin uçsuz derinliğine. Sana hazırım. Sen kılıçsız bir şövalye olarak dikilirken benimle bir olma savaşında; bu dehlizin hoyratlığı ince ruhuna zor gelecek. Haz almanın tüm duyarlı keyfi ele geçirse de ıslaklığını; ölümlü bir “Emredici”ye boyun eğecek kadar alçalmamalısın. Şimdi ruhumun şehvete yatkın kısmını beklemeye aldım: bana tövbe edişini izlemek için. Sanmam! Zevk yoğuruyor tutkudan kavrulan bedenlerimizi. Ben klitorisimi affettim: sen beni affedebilecek misin?

15 Haziran 2014 Pazar

ÇAĞRI

Coşkunlara çığlıklar yükleyen genç yüreklere yaz bu sevdayı. Tüm ateş düşen evlere; geç kalmışlıklara isyan et. Gözleri sımsıkı kapalı, yanaklarından al fışkıran çocukları hatırla. Onların da yüzlerini keskin sakallar örseleyecekti. Çok soğuk iklimlere gittiler bizi kanlı ırmaklarda yıkayıp. Asla ısınmamıza imkan vermeyecek bir kış bıraktılar. Bir ana kucağı yahut bir soba ateşi yetmeyecek. Işıldayan ufuklar çare olmadığı günden beri derdime yüreğimden her gün cenaze alayı kalkıyor. Soba tütüyor. Sokaklar daralıyor. Ses! Ölüm durmaksızın beni çağırıyor. Göğüs kafesimden fırlıyor kalbim her nefeste. Mezar kokusu bilmeyen ılık rüyalarla dolu geçen ömür kabir sancılarını bertaraf ediyor. “Ah hepsi senin suçun!” olsa ve yüreğimiz soğusa. Uzaklarda namlu dönmüş gırtlağına ayın. Yıldızlar ise tüttürülmüş kaderlerini imha ediyor.

8 Haziran 2014 Pazar

DİLEK TUT

Güneşin doğduğu yerde doğurmuşlar beni. Ayın battığı, dünyanın bittiği; bebeklerin sonsuz kez annesizlikten öldüğü yerde doğmuşum. Ondan karaymışım ya böyle. Hem akıllı hem uslu durmuşum. Sevilmek özlemi parmak uçlarımdan damlarken göklere. Dünya altüst olmuş. Bir fırtınaya tutulsam diyorum ve savrulsam senin olduğun kapının eşiğine. Bulsan beni, -çaresizim- acısan. Alsan içeri; yağmur dinse. Sonra durmayan gözyaşımla savrulsak . Beni keskin bir bakışla kapı dışarı ederdin. Düzenli dünyana tufan gibi geldim ya. Benden şüphesiz ki nefret ederdin. Dursa gözyaşlarım -sessizlik- daha bakılır mı sıfatına? Sen pişman ben mağrur. Atmışım bir hışımla kendimi kapı dışına. Soyunuyorum beceriksizce ve sınırlarımı yırtarca. Çıplaklığım karışıyor boş sokaklara; itler ve kuyruklarıyla. İçim yanıyor ve binlerce dilek yağıyor yaz gecemin karanlığına. Yıldızlar avuçlarımda ... Uyuyorum bazen üşüyorum. Anlıyorum kapılar kapalı meczuplara. Titriyorum sarılıyorum dileğim olan binlerce yıldıza.

5 Haziran 2014 Perşembe

UMUT


Aktıkça anlama yoğrulan bir parçalanmışlığı topluyorum dört bir yanımdan çekiştirilirken. Sana mı geliyorum bu defa belirsiz. Gittikçe göreceğim, pişmanlık mı bu? Umut mu var sonunda; bittiğinde bileceğim. Sende benden daha az biliyor olmayacaksın. Ruh hırsızlarının ağzını sulandıran umutla doluyum desem! İçim kıpır kıpır; bıraksan beni defalarca geçtiğim şu ormanların ağaçların arasında koşmak,karnım ağrıyana kadar kahkahalar savurmak istiyorum, desem inanır mıydın bana? Büyük yalanıma hoş geldin. Ne orman var buralarda ne kahkahalara misafirlik yapacak bir kapı kaldı. Her cenaze kalkışında yüzlere biraz daha bozkır uğultusu çöktü. Taş evlerin kenarında, bazen merdiven altlarında öpüşürken gördüğüm oluyor kızılcıkları. Onlarda fazlaca var umut; biz ise onlardan birkaç yıl öteye kadar taşıyabildik koca umut taşlarını. Şimdi bağırlara basıldı hayal kırıklıklarından dağılmasın diye yürekler. Sustuk mu ne? Sen gittiğinden beri sustuğumu söylüyorlar. Aslında daha çok konuşur oldum. Gece yazıp yaktıklarım ısıttı beni. Sonsuza kadar ıssız kalacak yatağımı yanmış kağıt kokuları doldurdu. Geldiğinde yüzüne söyleyeceklerim ve atacağım tokat canlandı zihnimde. Hiç insan milyonlarca kez ezberler, hayal eder mi? Ben sana atacağım tokadı senden bile çok sevdim. Sensizliğe inanmak kalbimi bir arada tutan umut taşını atmak demekti. Beni ikna ettiler. Seneler oldu. Şimdi bir adres var elimde ve sana yollanacak binlerce mektup. Gittik ve gördük sonunu elimizde kocaman bir pişmanlık. Avluda koşturan iki kara çocuğu hatırla. Tırmandığımız ağaçları ve hep kanayan yaralarımızı. Yaş aldık birbirimizi kanattık. Her gün sana gitmeyecek bir mektup yazıyorum. İhtimalleri düşünüyorum ve aslında umudu yok edemiyorum.

4 Haziran 2014 Çarşamba

MUZAFFER İLHAN ERDOST/12 EYLÜL/KATLİAMLAR

Söyleşimizin ikinci bölümünde Muzaffer İlhan Erdost'la 12 Eylül'ün iç yüzünü konuşuyoruz. Katliamları detaylı bir biçimde kitaplarında inceleyen Erdost; ülkenin kör ve teslim edilmiş halinden yakınıyor. Birçok suçlunun dışarıda olduğundan söz ediyor. Önce biraz 12 Eylül'ü hazırlayan süreci anılarla dinleyelim.



Maraş katliamı diyince akıllara ilk Ökkeş Kenger geliyor. Soyadını Şendiller olarak değiştirdi. Adana'da sıkıyönetim mahkemesinde bir numaralı sanıktı. Beraat etti. Erdost;
-Ökkeş Kenger Alexandre Pack'ten talimat aldığını itiraf etti. Alexandre Pack, Sivas ve Maraş'ta var. Bir kişi bütün ülkeyi katliamlara boğabiliyor. İşte 12 Eylül bu görmemezliklerin gölgesinde başladı.
12 Eylül sonrası çıkardığı kitabı isimler üzerinden tanıtıyor.Çoğu yaşamayan bu isimler bilinmeyenleriyle gömüldü.

-Didar Şensoy'un kardeşi içeride idi. Meclis kapısına direnişe geldi. Kalp krizi geçirdi, öldü. 12 Mart'ta sıkı yönetim döneminde DEV-GENÇ sanığı olarak beni aldıklarında Akın Özdemir ile tanıştım. Fakat o davaya beni daha fazla ceza alabilmem için yamamışlardı. Doğan Öz ise Cumhuriyet Savcısı'ydı. Ankara'da bir katliam oldu. Katilin Site Yurdu'nda olduğu ortaya çıktı ve savcı arattı. Üç gün sonra öldürüldü. Öldüren İbrahim Çifçi'ydi. Aynı isim Bahçelievler Katliamı'nda da geçiyor. Yılmaz Güney, Enver Gökçe ile ilgili yazılarım var. İnkılap Dal'la ilgili fazlaca koşuşturmalarım vardır. İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Başkanı idim o zamanlar. Kendisi Manisalı idi. Mezarına gittim oradan biliyorum. Kan kanseriydi. Cezaevinden geç tahliye edildi. Fransa'ya gitti gittikten 10 gün sonra ölüm haberi geldi. 12 Eylül'den sonra çıkardığım anı kitabımda bu isimler var kısaca.
Erdost iş temposunun hiç düşmediğini söylerken pek yakınır gibi değildi. İlerleyen yaşına rağmen oldukça keskin olan hafızasıyla üzerinde çalıştığı incelemelerden ayrıntılı bir biçimde bahsetti. 
-Yeni yazılarım ve çıkan kitaplarım var. Küçük bir kitap var; “Bir Fotoğrafa Alt Yazı” Leninin heykellerinin sökülmesiyle başlıyor. Bir şiirim var. Marx'ı örnekleyerek sosyalist sistemin dağılışından sonra denize gençlerin atılması gibi bir öykülemem var. “Yabancılara Toprak Satışı ve Yasalaşma Süreci”, “Toprak Reformu ve Demokratikleşme Oyunları” isimli iki kitap matbaaya verilmiş durumda. Yabancılara toprak satışı ve Yasalaşma süreci Akp iktidara geldikten sonra hazırlık buymuş gibi başladı. Araplara toprak satıldı. Önce bir yıllık yasalar çıktı. Anayasanın özüne aykırı yasalar çıkarıyorlar. Bu süreçlerde dört yazı yazmışım. Bunları topladım. Herkes Said Nursi öğretisini yazdı. Darwin'i şeriat süzgecinden süzmek ne demek? Said Nursi'ye göre mektepliler değil medrese uleması tarafından bilim gözden geçirilmelidir. Hükümetin eğitime monte ettiği değişimleri; onun görüşlerine göre değiştirip uyguladığı bilimin islamlaştırmasını yazdım. “Faşizm tartışmaları 1978” adlı kitabımda anarşizm incelemelerim olacaktı. Fakat onu başka bir kitap haline getirdim.
Muzaffer İlhan Erdost "Sosyalizmi Seviyorum" kitabından bizim için seçtiği bir bölümü okuyor:
Memleketimi seviyorum, diyor. Dar zamanlarından birinde; yurt sevgisini gericiliğin karabasan gibi çirkinliğinin tekeline aldığı, Nazım'ı bunalttığı bir günde. Sosyalizmi seviyorum diyorum. Hapishanesinde nezaretde mahkemede de olsam.

MUZAFFER İLHAN ERDOST-İKİNCİ YENİ/YILMAZ GÜNEY

Muzaffer İlhan Erdost'la edebiyat'tan 12 Eylül ve siyasi bağlamlarına; yayıncılık hayatından şairlerle olan yakın arkadaşlıklarına varan uzun bir sohbetteydik. Bu sohbeti iki bölüme ayırmak niyetindeyim. Önce biraz edebiyat ve anılardan söz edelim. Daha sonra ise 12 eylül ve öncesinde yaşanan katliamları irdeleyeceğiz. Bildiğiniz üzere Muzaffer İlhan Erdost “İkinci Yeni” akımının isim babası. Bu ismi nasıl koyduğunu öğreniyoruz:

-O zamanlar Pazar Postası'ndayım. Zaten İkinci Yeni'nin tezgahı orasıydı. Bazen yazı yetişmiyor adımı değiştirip 3-5 yazı birden yazdığım bir dönemdi. Yazı makinesi derlerdi. Yeni şiirler var farklı dediler. Hakkında yazı yazılacak. Yazdım, başlık arıyorum. Basıma yetişecek. Aklıma “İkinci Yeni” geldi bir anda. Sonra birgün “bu yeni şiirin adı nedir?”diye konuşuyorlar. İlhan Berk, İkinci Yeni koydular bile onun adını,dedi.
İkinci Yeninin zorluğu sizce neydi?
Şiir yazmayı öğrenirsin, yeteneğin doğrultusunda ona özgünlük katarsın. Bilmem kaç yüzyıldır egemen sınıfa ait olmuş divan şiirine bakınız. Aruzu ve vezni ile yıllardır aynı şeyi söyler. Tıpkı bir vazo yapar gibi hassas bir şekilde kendine özgü oyalar bezer. Halk şiiri toplumsal yaşayıştan,tarihten ,gelenekten soyutlanamaz. Şuan ki şiirde bir önceki şiirin beslenmişliği ile ilerler. Halk şiirinden ilerleyen İkinci Yeni özgünlükte tamamen farklı bir yol izlemeliydi. Karacaoğlan gibi iletişimin az olduğu bir zamanda diyar diyar sazı eline alıp gezmek kalıcılık sağlamıştı. Artık Barış Manço şarkısı dünyanın heryerine hızla ulaşıyor. Fakat kalıcı olmuyordu. Bu şairler o siyasi çalkantılar arasında kendileri oldular. Hep varolacak soyut gerçeklikten hislere dokundular. Özgürlükle var oldular.
İkinci Yeni'ye ve öncü şairlerine baktığınızda bunları ortak noktada birleştiren eylem neydi?
-İkinci Yeni adından dolayı bir akım olarak gözükebilir. Aslında bir anlamda akımdır bir anlamda değil. Geniş anlamda akım olarak algılanabilir ama dar anlamda dadaizm gibi bir akım değildir. Bir akımın anlayışı ve ilkeleri önceden verilmelidir. Şairler önceden konuşur tartışırlar. Hatta manifesto ile düşüncelerini duyururlar. Bu bana oldukça gülünç gelir. Bu durumlar aslında İkinci Yeni'nin birebir karşıtıdır. Geniş anlamda kültürel olarak belirli aşamalarla yaygınlaşan bir eğilimi kucakladığı için akım sayılabilir. Şairlerin ve şiirin olgunlaştığı bir dönemdir.Anlamsal dizge bir bakıma şiirin prangası olur. Anlam şiirin önünde durdukça önceki şiirleri anlamını korur ve sürdürür. Anlamın şiirle birlikte oluşması bir önceki şiirlerle bağının kopması başkalık yaratmıştır. Çok sonra yazdığım İkinci Yeni'de anlam üzerine yazdığım yazımı yanlış yorumladılar. Fakat burada söylediğim şey anlam üzerine şiir yazmanın şart olmadığı şiirin rastlantısal bir şekilde anlam kazanabileceğiydi. Anlam kaygısı olmadan da şiir yazılabileceğinden bahsettim her şiiri böyle yazın demişim gibi saçmalıklar sergilendi. Şiir ipe boncuk dizer gibi kelime dizerek yazılmaz ki! İkinci Yeni bu durumu kırmıştır. Şairin şiiridir. Bu durumda anlam ve şiirsel dizge olarak birbirlerinden farklı olan bu şairler kendi şiirlerini yazma istekleriyle bir arada gözüktüler.Not:Muzaffer İlhan Erdost'un sözleri aklıma Ece Ayhan'ın bu akıma "Sivil Şiir" demesini getirdi.
Ankara Rüzgarlı Sokak'ta bulunan gazete anılar ile dolu. Cemal Süreya ve Ahmet Arif'le olan farklı arkadaşlıklarından konu açıldı. Gazetede gece amirliği yaptıkları uzun sohbetleri özlemle andı. Gece nöbetinin sonlarına doğru Ulus'tan Kızılay'a yürürlermiş. Bir Ankaralı olarak ne muhteşem bir düş... Cemal Süreya'nın Ahmet Arif'in şiirlerinde ki imgeleri çok beğendiğini biliyor muydunuz? Ahmet Arif'in bir şiirinde “iki canlı tavşan” diyerek hamileliği kastetmesini, Anadolu söyleyişlerini yakalamasını Cemal Süreya çok beğenirmiş.
Konu Yılmaz Güney'e geliyor. Yılmaz Güney ile ilgili bir yazı istemişler. Yılmaz Güney ilk hikayelerine can verdiği sıralar birbirleriyle tanışan Muzaffer İlhan Erdost'tan onu dinleyelim. Bu yazıyı bizim için okuyor. Muzaffer İlhan Erdost' edebiyatla ilgili sohbetimizi bu duygusal metinle sonlandırıyoruz.

2 Haziran 2014 Pazartesi

GEZİ YILDÖNÜMÜ-ANKARA

Bu sene yıldönümlerimize yeni bir yıldönümü ekledik. Gezi olaylarının birinci yıldönümü sıcak çatışmalarla geçti. Herkesin kafasında "neden" sorusu ve ötesi berisi yamalı bir cevap. "Düpedüz vatanhainliği bunların yaptığı" diyen amcalarımız çok var. Bu ülkede devlet malına zarar ziyan vatandaşın ölüp gitmesinden hep daha önemli olmuş. Amcalar, teyzeler çok açlık yokluk çekmiş. Millet öyle çok ölüm görmüş ki sıtma arar halde. Şimdi meselemize dönelim bu Ankara'da ne oldu? Geçen sene bir abi vardı. Adı Ethem! Benim dolmuş durağına gittiğim yol üzerinde adı Ahmet olan bir polis tarafından kafasından vuruldu. Her şey kanıtlandı ama sonuçlanan bir şey yok. Şimdi acaba bunun rahatlığıyla canlarını sıkanın kafasına sıkarlar mı? Yada tehdit ederler mi? Şüphe. Aradan vakit geçtikçe ölüm haberleri aldık. Budaklı odunlarla sokak köşelerinde dövülmüş Ali'yi düşündük. Gezi'ye başlayan insanlar bu kadar şiddetle karşılaşacaklarını tahmin edemediler. Evet şuan geri çekildiler. Geçen seneki kitlelerin olmama sebebi ölümlerin trajik artışıdır. Polisin ne yapılırsa yapılsın aşırı gücünü kontrol etmemesidir. Barışçıl kitle sokağa artık inemiyor. İnse bile büyük bir saldırganlıkla karşılaşınca tutunamıyor.
Gezi'de Kızılay
Gezi'nin yıl dönümünde Kızılay'da toplanan  kitle Ziya Gökalp Caddesi'ne dağıtıldı. Bir kısmı zaten dağılmış olan eylemciler tekrar toplanıp polisle çatıştılar. Polisin müdahalesinin büyüklüğünü gün boyu ara sokaklardaki koşturmadan anlamak mümkündü. Kızılay'da 8 Toma görev aldı. Ankara'da 10bin polis görevlendirildi. İlk gün 17 kişi gözaltına alındı. Aralarında 18 yaşından küçük iki çocuk, avukatlar ve Ethem Sarısülük'ün kardeşi Cem Sarısülük vardı. Dün ise Polis Ethem Sarısülük'ün vurulduğu yere ailesinin ve yakınlarının karanfil bırakmasına izin verdi.
Tencere-tava Sesleri
Saatler 10'u vurduğunda Ankara'nın bazı sokaklarından tencere-tava sesleri yükseldi. Kızılay'da ise çatışma ara sokaklara taşınmıştı. Gezi ruhunu hatırlatan birçok görüntüyle karşılaşmak da mümkündü. V for vendetta maskeleri yine geziciler arasında revaçtaydı. Güldüren duvar yazıları ise Gezi eylemlerinin olmazsa olmazları olarak yine her köşeyi süsledi.