20 Ağustos 2014 Çarşamba

"SAAT"

Sadık tenine düşen her yağmur damlasıyla atomlarına bölünüp tekrar birleşiyordu. Sokağın köşesini henüz dönmüştü ki yağmur artık delici bir hızla betona işlemeye başladı. Sadık ise atomlarını toparlamaya vakit bulamaz olmuştu. İlerde ki dükkanı gözüne kestirdi. Koştu.Sırılsıklamdı. Sağdaki küçük tahta kapıyı açarak kendini içeri attı. Bu küçük saat dükkanına girdiğinde gözleri boşluk hissiyle acının yok olduğu bir Hiroşima’ydı. Etrafına ölümün yıllar boyu peşini bırakmayacağını bilen radyasyonlu bakışlar fırlattı. Oldukça alçak tavanlı eski dükkanı incelemeye koyuldu.
Duvarda Fransız marka altın rengi şık bir saat vardı. 90’lı yıllarda evlerinde asılı olduğu geldi aklına. Ayfer’nin memnuniyetsiz suratı çıkageldi anılarının en hoş olmayan yerinden.
-O kadınla hiç evlenmemem gerekirdi, dedi. Sonra altın saate bakarak düşünmeye başladı;geçmişini,çocuklarını. Ayfer olmasaydı eğer çok sevdiği çocukları olmazdı. Ayfer olmasaydı eğer bir ev almayı asla beceremezdi. Çok para kazanabilme yeteneği Sadık’ta kesinlikle yoktu. Bu durumda Ayfer sayesinde duvara asılmış Fransız marka altın saatti hatırlıyordu. Ayfer artık yoktu. Onunla geçen 30 yılın ardından ilerleyemiyordu. Çocuklarının da sevgisini yine Ayfer'e ve hayata karşı olan edilgenliği yüzünden kaybetmişti. Sınırda bir yaşam sürmeye mahkum olmuştu.
-Pardon bir şey ister misiniz?
 Sesin olduğu tarafa döndüğünde, cam tezgahın arkasındaki kadının eski duvar saatlerinden birini tamir etmekle meşgul olduğunu fark etti. Kestane rengi gür saçlarını pembe bir saç bağıyla yandan küçük bir fiyonk yaparak nazikçe tutturmuştu. Kadın Sadık’a doğru başını çevirdi. Anlaşılan sorusuna bir cevap bekliyordu. Sadık tezgahın arkasında yaşlı bir adam bekliyordu yada onun küçük çırağını. Bu kadın onun hayatında gördüğü ilk saat tamircisi kadındı. Zaten yıllar boyu çekindiği için veremediği cevaplarla öleceğine emindi. Kadına döndü ve “Saat kaç?”dedi.

17 Ağustos 2014 Pazar

AKIL LEŞİ

Kara, kapkara bir çocuksun sen. Çingen beyazı bu yüzden gülümsemen. Işıl ışıl ve kahramanca bir aklıkta sırıtıyorsun bana. Portakal bir lira! Vitamin bir lira! Hoca uykuya demincek veda etmiş, mahmur sesiyle; osuruk kokulu bir ezan patlatıyor. İnliyor çarşı. Burnum doluyor: akıl leşi.
Önümdeki adamın donu düştü düşecek. Topluyor donunu ya, gevşemiş lastiği. Sağ eli ile sol bileğini zayıf kıçının üzerinde birleştiriyor. Bir eski evin merdivenlerinde oturan üç gence küfürlü bakışlar yolluyor. Sakallı zayıf gençler bilmediğim bir dil konuşuyor. Yediği küfürden midesi bulanmış olan genç yere tükürüyor. Alışır diyorum. İşte o zaman köşe başında ki çöpe kadar tabanlarım kıçıma vurarak koşuyorum. Ciğerlerimi söke söke kusuyorum. Alışılmış zayıflıklar beni kusturuyor.
İnceden giriyorum çaputların arasına. İniyorum çarşı merdivenlerini iskarpinlerimin tıkır adımlarıyla. Bayanlar etekler çok ucuza! Bizim Piç Şevket yine almış bir tazeyi kafe kenarında oturuyor. Kız anlattıkça bizim Piç suratıyla “yine anlamadı beni ama güzel manita” diyor. Şevket  hiç sevemeyeceğini biliyor. Yine de soğuk bir mermeri değil sıcak memeleri seçiyor. Ziyadesiyle insana bulanıyorum. Kendimi metroya zor atıyorum. Sonra bir düş takılıyor peşime. Beni izliyor. Hızlanınca koşuyor; durunca yok oluyor. Metro merdivenlerine doğru savuruyorum bedenimi. Tam on üçüncü basamağı adımlıyorum: Gümm! Merdivenler kayıp ayaklarım firari. Devam ediyorum yola düş kırıklığım ardımda. Metro labirentinde başlıyor kovalamaca. Çıkış arıyor telaşa düşmüş yüreğim! Derken bir ışık yakalıyorum göz ucuyla. Bir kara gölge sakalı taş bağlamış yüzünde. Sıkıyor bir çift mermi. Tutturuyor namussuz! Çıkışım kayıp gözlerim firari. 
Çıldırmış kaoslara köle bir kalabalığa takılıyor kulaklarım. Uğursuz düşüm ardımda; ben sanırım pis bir sokakta. İnsan bolluğu, ruh boşluğu sıkışmışlığında sürükleniyorum. Durup tükürsem ya rastgele bir surata; vazgeçiyorum. Elimi arka cebime usulca uzatıp, sustalımı yokluyorum. Aniden çıkarıp sokak ortasında ilk kesiği kendime ben atıyorum. Kesiyorlar beni lime lime; siktir ediyorum. Bedenim kayıp aklım firari.

3 Ağustos 2014 Pazar

US

Acaba adı ne diye düşündü yaşlı kadın? Öyle heybetli duruyordu ki karşısında ; adını sorma arzusu bastırılamayacak vaziyete gelmişti. İnce kırışık ellerini göbeğinin üzerine kenetledi. Biliyor olmalıyım, dedi. En azından eski keskin hafızası ona yardım etmeliydi. Sonsuz kere beyninin her kıvrımını yokladı. Sanki karşısındakinin adını aklından bir bıçak darbesiyle kesip atmışlardı. Bir süredir her şey daha karışık ve paslanmış bir halde zuhur ediyordu beynine. Karşısındakine baktı. Uzun mağrur gövdesine rağmen hafif bir rüzgarda bile  sallanıyor olması içindeki ince ruhu gösteriyordu. Yaşlı kadın bunu görebiliyordu. Sorsaydı ya birilerine "Onun adı nedir?" diye. Kafasına ardarda balyoz gibi iniyordu düşünceler: nasıl, ne diye ismini soracağım insanlara? Onlar adını biliyorlar mıdır? "Sen kim olursun da sorarsın?" derlerse ne yaparım? 
Tüm korkularına rağmen yanından geçen aklı başında her insanı süzüyordu. Hatta gözlerini dikmiş bir vaziyette tutkuyla dilinin çözüleceği anı bekliyordu. O gün "karşısındakini" izledi. Günler günleri takip etti. İnsanlara dudaklarının ucunda dökülmeye hazır kelimelerle baktı. Ölene kadar o parkta oturdu. Ve hatırlamayı bekledi. Her şeyi unuttuğu için kendini ipe dizen ruhu bu yitişi kabullenemedi. Her gün sevgiyle tutkuyla izlediği ağacının adını hatırlayamamıştı. Öldüğünde mezarının başına bir "Selvi" diktiler.