30 Mayıs 2014 Cuma

"EL"

Gevşek ve titrek ellerimi uzatıyorum. Nasırlı ellerinin içinde ufalanıyor. Yağma. Derinliklerine dalıyorum. Bana kulaklarımdan girme lütfunda bulun istiyorum. Bu yüzden ellerim korkak, tenim isteksiz; kaçıyorum. Bomba. Aklıma deli istekler geliyor. Zaptolması yarına bırakılırsa şehri karıştırabilir. Üstelik sadece sana dair olan. İnanabiliyor musun bir sevmek bir insan bir şehir...  Mal oluyorsun bir anda gelecek günlerin aydınlığına. Işık. Ellerimi bıraktın. Şimdi neredeyiz? Yasak bir ormanda; o orman neden yasak bilir misin aslında? Ağaç. Biz şehirler kurarken dümdüz edince asfaltlarca yasaklandı ormanlar insanlara. Şimdi en ilkele dönüş yaparsak günahlarımızı satabiliriz Tanrı'ya. Vaftiz. Ayaklarımızın altında yapraklar ve her biri ölü bir insan bedeni. Çiğneyerek arınmaya gidiyoruz diğerlerinin yaptığı gibi. Sular çekiliyor biz yaklaştıkça; çıplaklığımızdan utanmaya başlıyoruz. Bilmem neden? Öp. Affolmak niyetimiz bedenlerimizin yangınına karışmak üzere. Koşuyorum bacaklarımdaki acıya aldırış etmeden. Tüm mide bulandıran kutsallıklara dalıyorum ilk bulduğum iskeleden. Sen. Gözlerimi açtığımda kuru ve mutsuz dünyamda karşımdasın. Ellerim gevşek ve titrek uzatıyorum sana. Sadece bir an ve gidişine gün batımları katan. Ben. Başkalarına mutlu başkalarına sıcak başkalarına gündoğumu olan sarsılmayan nasırlı ellerini düşünüyorum. Ateşim yükseliyor, başım dönüyor ve sanki büyüyor ellerim...Öneri:Sait Faik Abasıyanık-Büyüyen Eller

BEYAZ MANTOLU ADAM (inceleme)

Beyaz Mantolu Adam Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabının ilk hikayesidir. Yazar’ın 1975 yılında yayımladığı kitap 70 sonrası toplumunun yaşadığı bunalımı simgesel ögelerle resmeder. Türk edebiyatının ilk post-modernist yazarlarından kabul edilen Atay romanında ki “tutunamayan insan” ögesini hikayelerinde de ön plana çıkarır. Tutunamayan bu insanlar düzen dışılıkla cezalanmış, kimliksizleşmiş, kendi içlerine çekilmeye zorlanmışlardır. Onları buna zorlayan ise çarpık burjuva toplum düzenidir. Beyaz Mantolu Adam adlı öykü değineceğim birçok yönüyle bu toplum düzeni içindeki tutunamayan bir karakteri trajikomik bir biçimde yansıtır.
Hikâyenin ana kahramanı bir dilencidir ve öykü boyunca hiç konuşmaz. Söylenenlere tepki vermez, insanları duymazdan gelir. Atay’ın kurmaca dünyasına ait bu dilenci dilenmeyi bile beceremiyordur. Becerememekle yani başarısızlık ağıyla örülü bir çemberin ortasındadır. Bu adam dilendiğine göre hayatta zaten başarısız olmuştur. Dolayısıyla o iki kere başarısız olarak bu ağı yırtar. Etrafındaki dilencilere benzemez, onlar gibi istekleri hatta somut düşünceleri yoktur. Bir çoğumuzun yaşadığı gibidir belki de yaşamla ölüm arasındaki bir araftadır. Beyaz mantolu adam kendi içinde bir dünyada yaşıyordur. Bir sokak satıcısından aldığı beyaz bir kadın mantosunu giyer. Satıcının kötü gözükeceğini söylemesini umursamaz. Toplum onlardan farklı görünen bu insana bir yabancıymış gibi bakar. Ona “Hey Mister!” diye seslenirler. Edilgen bir tavır içinde kendinden isteneni yapar. Gömlek satar, müşteri çekmek için vitrinde durur. Hiçbir şeye karşı koymaz. Ne topluma uyar ne isyan eder. Okur hikâyeyi okudukça Beyaz Mantolu Adam’a acır. Kimileri içten içe onunla arkadaş olma isteği duyar. Kahramanımız birbirleriyle etkileşim halinde olan toplumsallaşmış bir dünyaya zıt, aykırı bir figür olarak karşımıza çıkar. Her şeyi ile toplum gerçeğine aykırıdır. Zamanla çevreden tepki almaya başlar. Bazıları kötü bir hastalığı olduğunu düşünerek ondan tiksinir, bir diğeri üzerinde kadın mantosu taşıdığı için sapık olduğunu iddia eder. “Halkın huzurunu ihlal ettiği” yargısı güçlenir. Giderek artan mahalle baskısı karşısında bizim Beyaz Mantolu Adam kaçar. Mantosuyla denize girer, giysilerin ağırlık yapması ve kendisinin de yine hiçbir çaba göstermemesi neticesi boğularak ölür.
Bu hikaye birey-toplum çatışmasını çarpıcı bir biçimde yansıtır. Beyaz Mantolu Adam’a bir çok yakıştırma yapılabilir. “Kalabalıklar içinde yalnız kalan”dır. Sürekli bir akış halinde ve arayıştadır. O “özgürlüğü arayan”dır. Beyaz mantosu burjuva toplumuna karşı saklandığı bir kabuktur.
Kendisi ile mücadele eden birey aşamadığı benliğini ölümle cezalandırır. Hikaye modern dünyanın açmazlarında yolunu şaşıran ve buhranlar yaşayan insanın “kafkaesk” bir yansımasıdır. Bu intihar, kendi kendisini aşamayan bireyin çaresizliğinin bir göstergesi olarak da düşünülebilir. Beyaz mantoyu giydiği an toplumsal düzene ilk kez başkaldırmıştır. Kahraman boka batmış olan bir düzene karşı koyan bir tiptir. Bu öykü Oğuz Atay'ın sivil itaatsizliğidir.
“Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı.”1
Mantoyu aldığı an öykünün kırılma anıdır. Manto bir kadın mantosudur. İmgesel olarak bir anneyi çağrıştırır. Korunma içgüdüsü duyan yalnız bir insanın kimlik arayışıdır. Kahraman mantoda güçlü bir kimlik görür. Onun rüzgârda kımıldamaması bu güçlü kimliği bize anlatır. Mantoyu giyen kahramanımızın savrulmuşluğu ortadan kalkıyor. Bir var olma çabası başlıyor. Atay; o ana kadar hiçbir etki yaratamayan bu adama mantoyu giyince “yerdeki su birikintisinden güneşle birlikte yansıyor.” diyor. İnsanlar ona bakıyorlar. Böylece öykü yeni bir alanda akmaya başlıyor. Beyaz Mantolu Adam’ın bir şey olma çabasına, bunalımlarını topluma karışarak aşmaya çalışmasına akan hikâye umutsuzlukla sonlanıyor. Modern imgeleri ve kafkaesk alegoriyi en iyi şekilde yansıtan bu öykü Kafka’nın kurmaca yapılarından beslenir. Dil olabildiğine sadedir. Yoğunluk ise metaforlarla sağlanır. Oğuz Atay’ın romanları kadar öyküleri de başarılıdır. Beyaz mantolu adam hayattan yorulmuş bir adam değildir, o yaşayamamak çaresizliğini yaşar ve okura yaşatır.
Not: Yazarın çevresi bu karakterin esin kaynağının Çiçek Pasajı’nda tüm gürültü ve kalabalığa karşın kıpırdamadan duran bir kemer satıcısı olduğunu söylüyor. Yarı meczup konuşmadan duran bu adam Atay’ın çok ilgisini çekiyor. Bu öykünün Yüksel Yavuz’un çektiği bir kısa filmi de mevcuttur.                                          

     1.Atay, Oğuz. Korkuyu Beklerken s.14.

ASKIDA BİLET

5-15 Haziran 2014 tarihleri arasında düzenlenecek olan Ankara Uluslararası Film Festivali "askıda bilet" uygulamasıyla başlıyor. Daha önce fırınlarda tesadüf etmiş olabileceğiniz "askıda ekmek" uygulamasının sinemaya yansıtılmış bir biçimi. Bu uygulama bilet alacak durumu olmayanlara ve öğrencilere festival filmlerini izlemenin kapılarını açacak.  İlk üç seans için askıya alınacak biletler Kızılay Büyülü Fener Sineması'ndan edinilebilecek. İsteyenler istedikleri kadar bilet alıp ihtiyacı olanlar için askıda bırakabilecekler. Türk Eğitim Derneği'nin desteklediği bu projeden 50 seçkin filmin gösterileceği festival boyunca herkesin yararlanabilmesi umuluyor.
ankara

22 Mayıs 2014 Perşembe

TOPLUMUN TANRISI


Bu defa edebiyat parçalamaya gelmedim. İçim en açık kelimelerle anlatmak istiyor derdini; basamakları hayata söve söve çıkıyorum. Sikindirik dünyanın bok gibi gerçekleri dikiliyor karşıma. Cellatlar ete kemiğe bürünüyor. Darbe yıllarındaki faili meçhuller yerini faili meşhurlara bırakıyor. Bir somutluğun içinde hiçlik yaşıyoruz. Güven duygusu yiten binler geliyor. Geleceğe bu gençler yön verecek. Tepeden tırnağa politize olmuş bir toplum her yapılan insani çağrıyı politik algı içine sıkıştırıyor. Dostluklar birinin kafasındaki örtü diğerinin kıçındaki şort arasındaki ahlaki baskıyla köreliyor. Sıkışan insanlar sahip oldukları benlikleri sorgulamaktan çok başka insanların benliklerine yöneliyorlar. Evet millet; dedikodu güzeldir. Kendi dışındaki benlikleri tahmin etme yolculuğu çözümleyemediğin seni unutturur sana. İçinde yaşadığın toplum ise sen bu hayal dünyasına sürüklendiğin sırada kaynıyordur. Hiç düşünmezsin bana yaklaşır mı bu cellatlar? Birgün suratına bir cop inmek üzereyken hissedersin. En olmadık anda seni de bulabilirdi kör bir kurşun. O arşivlerce fotoğrafına sahip olduğunuz sevimli suratın parçalanabilirdi. Tam alnının ortasında kanlı bir delik düşün. Çünkü çok uzak değil. Tanrıyla buluştuğun noktada; cemevinin bahçesinde yerde ve ölü bulabilirsin kendini. Bir cami,sinagog,kilise yada iş yerinin önünde kafana sıkabilirler.
Şimdi yaşamdan kaçış vakti bu kadar yüzleşme yeter. Kemerlerinizi bağlayın ve uçuşa geçin. Tatlı tebessümünüzü takınıp "acaba yarın benim de kafama sıkarlar mı" telaşına girmeyin? Yooo sakın yapmayın! Çünkü biz toplumsal karışıklık istemeyen tanrılara secde ederiz.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

DİPSİZ...

 Allah belamı verdi sonunda. Nefesimsin Gülşah ama nerdesin? Seni arıyorum bu karanlık yollarda. Bulacağım elbet umutsuz sandığın gecemize yıldız edeceğim gözlerini. Parlak bir gece vadediyorum. Bembeyaz memelerine başımı gömeceğim. Geleceğim sana söz veriyorum; geleceğim. Sana yeminler olsun daha da gitmeyeceğim. Bitmeyen nefessiz bir yolun dönemeçleri sıkıştırıyor beni. Affet seni de çektim bu makuz talihime. Bırakmam seni bir başına Gülşah; geliyorum. Yarını olmayan ıssız tozları deliyorum. Ellerim karaydı az önce şimdi parlıyor mu ne? Sanki gözlerin avuçlarımın içinde. Bilinmezliğin içindeyim. Unutma beni sen unutursan kaybolurum. Bırakma burası çok derin. Takaatim kalmadı şimdi yerdeyim. Durursam gelemez miyim? Haklısın! Durmazsam gelebilir miydim ki? Durdum. Yetemedim sana bu yolu bile bitiremedim uğruna. Hadi uyumadan gel otur karşıma. Gün şimdi karlı bir dağ tepesi kadar uzak bana. Askerliğim aklımda ölmeye hep yakınmışım aslında. O dağın tepesinde güneşi yakalardım tüfeğimin ucunda. Soğuk gece nöbetlerinde hayalindi beni ısıtan. Ve şimdi cehenneme yaklaştığım bu anlarda "dipsiz"de aynı hayal beni ayakta tutan. Ellerimde çoğalan gözlerin ışık ışık sen oluyor. Geldin ha! Oturalım dipsiz nöbette koyun koyuna. Kucağına al beni uyut; yakma...Çoğalıyoruz birlikte pirüpak artık ellerim.

8 Mayıs 2014 Perşembe

ADI OLMAYACAK

Biraz önce ölmüştüm, dedi. Dışarıda ağlayan bir kadın sesi çığlık çığlık. Şimdi ölü bedenimin yeniden dirilişini kutluyorum.  Perde perde yükseliyor ses. Bu kadar erken bir zafer beklemezdim doğrusu. Çürümeyi isterdim. Boyun eğmeyi dilerdim toprağın sahipliğine. Yüzyıllık ölüler gibi bir hiç olmayı beklerdim. Oysa kokusu bile çıkmayan bir diriliş öyküsü bu. Adı olmayacak kadar baştan savma. Şimdi beni aradığın yerde miyim? Yanlış yerdesin, gel. Artık isimler kabuller değişti. Bakarken değiştirmeyi öğrendim. Öğrettiğin gibi. Anlamaya çalış senin için zor bu ikilem. Sıkılgan ruhun boşlukları dolduramayacak. Tıpkı beni tereddütsüz öldürüşün gibi yine duramayacaksın. Ağla ve bunun için ben sana izin veriyorum. Ardımdan tuttuğun amansız yas hiç bitmesin. Hiç bilme bu diriliş öyküsünü. Adı olmayacak sen kahrolacaksın. Gömdüğünü sandığın çürümüşlüğümle hüzünlü gecelere dalacaksın. Kan kus ve bunun için sana yalvarıyorum. Kaburgalarıma indirdiğin darbeydi bana kan kusturan. Fare sesleri. Susmuyorlar. Tahtalar içinde sıkıştığımdan bu kadar sinirliyim. Bir hapishane hücresi daha yeğdi. Artık ölü değilim. Bu bir diriliş partisi, uyanın! 

1 Mayıs 2014 Perşembe

SİZCE ÇOCUK ÖLÜMLERİ NEDEN OLUYOR? (SOKAK RÖPORTAJLARI)

                                           Mehmet Akarca (Televizyoncu,Köşe yazarı)
Bu olaylar uzun zamandır olan olaylardır. Son zamanlarda arttığı iddia ediliyor. Çok farklı sebeplerle çocuklara yönelik şiddetin oluştuğunu görüyoruz. Faillerin açıklamalarında kimisi uygunsuz ilişkilere giriyor, kimisi ablasıyla evlenemediği için öldürüyor. Bu hunharlığın artmasında acaba televizyon yayınlarının etkisi var mı? Medyanın etkisi nedir? İnternetin yayılmasının facebook, twitter gibi sosyal medya sitelerinin etkisi var mı? Ben tahmin ediyorum ki insanların haberleşme yollarının artması iç yüzlerini göstermelerine farklı arayışlara girmelerine neden oldu. Gelişme arttıkça haliyle sorunlarda artıyor. Olaya nostaljik  bakarsak eskiden televizyon yokken yada bir tane iki tane iken komşuluk gelişmişti. Komşuluk ilişkileri neredeyse bitti. Televizyon bitecek gibi değil. Eğitim çözüm olabilir. Ama bu dizilerle olabilir. Bir televizyoncu olarak biliyorum ki çoğunluk belgeseller, eğitim programları izlemiyor. Ayrıca aileler rahat davranmalılar çocuklar üzerinde çok baskıcı olmamalılar. Daha sonra bu çocuklar çok farklı şeylere eğilim gösterebiliyorlar. Çocukların kişiliklerini geliştirmek lazım.
                                           Mustafa Ünal (Kamu Kuruluşunda Çalışıyor)
Ailelerin bilinçlenmesi önemli. Çocuklarıyla yeteri kadar ilgili değiller. Sağlıklarıyla, özel hayatlarıyla ilgili olmalılar. Modern çağın insanları birbirinden uzaklaştırması anlaşılır belki. Ama biz geleneksel bir toplumuz. Aile yapımız sağlam. Bu nedenle çocukları aileleri gözetmeli.
                                                           Satı Nergis (Ev Hanımı)
Annelik zor şey. Bir çocuğu büyütüp bir yaşa getirmek hiç kolay değil. Hep gözün evladının üzerinde olacak. Ölümler, kaçırmalar oluyor. Görüyoruz bunları televizyonlarda. Korktuk biz de artık. Çok üzülüyorum ölen gençlere, çocuklara! Hepsi ana kuzusu. Benim fikrimce aileler daha çok ilgilenecek. İlgisizlikten oluyor bunlar. Kimsenin artık çocuğunun duygularından haberi yok. Küçücük çocukları dışarıya oynamaya bırakıp iş yapmaya dalmasın anneler. Zaman artık eskisi gibi değil. Ortalık pek kötü.
                                                   Mehmet Eraslan (Dönerci Ustası)
Türkiye'de ki adalet açığından kaynaklanıyor. Bu ülkede adalet diye bir şey kalmadı. Doğru dürüst ceza verilmiyor. Tecavüzden içeri girenlere ayrı cezaevleri açmayı planlıyorlar. Devletin böyle davranması yanlış olur. Daha katı davranılması gerekiyor. İdam insanlık dışı ama hakedenler de var. Yine de Allah'ın verdiği canı Allah alır. Cezaları ağırlaştırmak gerekiyor. Müebbet hapis cezası almalı böyle insanlar. Adaleti sağlamlaştırmalıyız.
                                                                Mustafa-(Bakkal)
Benim üç çocuğum var. Bunları yapanları idam ettirmek lazım. Başka türlü önüne geçilemez. Çok tepkiliyim. Örnek olsun diye bir iki tanesini idam ettirmek gerekiyor. Söylenecek çok söz yok. Çünkü bunun bir izahı, konuşulur tarafı kalmadı. Psikolojik tedavi görüyorlar. Yarım bırakıp salınıyorlar. Cezalarda da durum değişmiyor. Af olmamalı böylelerine.
                              Selda Özdil(Fransızca-İngilizce Öğretmenliği, Doktora öğrencisi)
Çocuklara sahip çıkabiliriz öncelikle. Bu konuda bir yazı okumuştum. Oldukça ilginç ve işe yarar olduğu söyleniyordu. Anne ve çocuk arasında bir şifre var. Bu şifre sayesinde yabancıların çocuğu götürmesi engelleniyor. Sadece çekirdek aile içindekiler biliyor. Çocuğa şifreyi öğretip o şifreyi söylemeyen insanla gitmemesi söyleniyor. Bu çok ilginç bir uygulama ve yararlı. Bu tür uygulamaların ülkelerde olması bilinçle alakalı. Ben eğitimsizlikten şikayetçiyim ve işinde ailede bittiğinde ısrarcıyım. İş hayatından çocuklara vakit ayıramıyorlar. Çocuklar kendi bilinçlerini hızla kendileri kuruyorlar. İnternet çağını yaşayan bir nesille karşı karşıyayız. Ona göre bir tavır takınılmalı. İnternetin pornografik ve kötü içeriklerle dolu olduğu bir gerçek fakat çocuklara "Medya Okur-Yazarlığı" dersleri verilmeli. Bu konuda eğitim sistemi boşluklarla dolu. Ne yapacağını bilen  çocuklar daha az zarar görecektir.
                                                             Serkan (Kitabevi Sahibi)
Gittikçe muhafazakarlaştığını iddia eden bir toplumda bu muhafazakarlaşmanın tersine bir yozlaşmanın, çürümenin olduğunu görüyoruz. Muhafazakarlıkta yaratılmak istenen dinle bezenmiş bir ahlaktır. Türkiye'de tersine bir gidişat var. Bu sorunsalın üzerine kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. En kolay cevap cezalar arttırılsın olur. Sorunun özüne yani zihniyete inmezsek sorunun özünü kaçırırız. Cezalar zaten yeterince ağır; bir çocuğa tecavüz edip öldüren biri ağırlaştırılmış müebbet yiyecek. İdam cezası gelsin diyecekler. Rousseau'nun bir sözünde dediği gibi; yoksula yol yapacağınıza, ihtiyaçları için yardım dağıtacağınıza yoksulluğu ortadan kaldırın. Köküne inmeliyiz. Cinsellik meselesi bu toplumda hala bir tabu halinde, üstü kapalı tutuluyor. Kızlı-erkekli kalmayın söylemleriyle toplum bastırılıyor. Bu baskı sıkıştırıyor. Sonra Adana gibi Kars gibi çok muhafazakar şehirlerde patlıyor. Kadınları ve çocukları sorunlu özne olmaktan kurtarmalıyız. Bu da erkek egemen toplumun kırılmasıyla olur. Eğer baştaki insan 15 yaşında bir çocuğun ölümünden herhangi bir üzüntü duymaz, başsağlığı dilemezse sıradan insanlar çocukları rahatça öldürürler.
www.ankarahaber.com