23 Ekim 2015 Cuma

Ölüm Ölüm Dediğin Nedir Gülüm? Ben Türkiye’de Yaşamayı Göze Almışım…

Öyle bir öldürüyorlar ki seni pisi pisine oluyor gidişin. Hani banyoda ayağın kayar düşer ölür gidersin ya onun gibi bir şey. Ankara’da işe, okula, arkadaşına, sevdiğine gideceğin durakta beklerken bir otobüs parçalarına bölüyor seni. Kaza işte diyor birileri. 12 can “kaza” diye ölüveriyor. Devletin bekasını korumak için yanıp tutuşanlar sorumluluğu o “güçlü” devletlerine bir türlü bulamıyorlar. Uyuşukluk, pasiflik ince ince damarlara verilen bir zehir gibi insanları susturuyor. Sana ölümü kanıksatıyorlar. Soma , Ermenek, Roboski , Suruç gibi suçlusu bulunmayan nice büyük katliamı medya aracılığı ile normalleştiriyorlar. Sen ise her geçen gün biraz daha yılgın, mutsuz, umutsuz oluveriyorsun. Ateşin düştüğü yeri yakmasını izliyorsun. 
10 EKİM 2015
103 kişi Ankara’da Ulus Garı’nın önünde patlatılan bombalar nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu bir vahşet hikayesi olmalı değil mi? Kan gövdeyi nasıl götürdü o anlatılmalı belki? Ağlayan, nefes alan bir can umudu ile koşturan, şoka giren insanların hikayeleri anlatılmalı. Ancak bu yazıda kıl payı kurtulan bir insanı dinleyeceksiniz. Uyanamadım. Geciktim. Evden çıkarken telefonumda ki cevapsız çağrılara geri dönmeye başladım. Arkadaşım:
-Gelme! Bomba patladı. Biz iyiyiz ama ulaşamadıklarımız var, dedi.
Ciddi bir şey olmadığını düşündüm. Aklıma ilk Kürt arkadaşlarım geldi. Ne de olsa Türk ve Sünni olmak daha güvenliydi. Böyle düşünmek ise faşizmin içinde kıvrandığımızın gün gibi kanıtıydı. Aradığım Kürt arkadaşlarım ölmemişlerdi. Yolda içlerinden birini gördüm. Bembeyaz olmuştu. Sarıldım. Bandırma’dan gelen iki arkadaşı ölmüş. Ben durumun ciddi olduğunu anlamaya yeni yeni başlıyordum. Ankara’nın ortasında ne kadar büyük bir bomba patlatabilirler diyordum. İnanması güçtü. Devlet yapacak değildi ya…
Gün ilerledikçe dalga dalga hücum eden acı ve öfke dayanılmaz bir hal almıştı. Arkadaşlarımın yanına gittim. Hepsi şoktaydı ama yardım için ayakta duruyor, inançlarını koruyorlardı. Hastanelere gidip kan verme yaşam umudu için nöbet tutma anlarında yüreklere dolanlar anlatılmaya başlamıştı çoktan.

Yaşayanlar olanları bir bir anlattı. Hepsinden ayrı bir acı dinledim. Biri et parçalarını, diğeri önüne düşen bacağı, öteki hangi iç organ olduğunu tam bilmediği şeyi anlattı. Sustum. Öteki Kürtçe bağıran annenin çığlıklarının kulağından gitmediğini söyledi. Beynimde çınlıyordu artık tüm sesler: Cihe law, cihe gurban?- Canlı var mı?- Vaaayy- Yeteeeer!.. Hastaneden çıkıyorum dolmuşa biniyorum… Bir dilenci çocuk kesiyor önümüzü, dolmuşçu kovuyor çocuğu. Çocuk ağlıyor, ben ağlıyorum. Ve artık biliyorum ölmem için orada olmam gerekmiyordu.

1 Ekim 2015 Perşembe

DÜŞLERİN GERÇEK BÜYÜCÜSÜ:GABO

“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”
Düşlerin gerçek büyücüsü, büyülü gerçekliğin Gabo’su. Tam adı ile Gabriel José de la Conciliación García Márquez. Gerçeküstücülüğü günlük yaşama uygulayan "Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli isimlerinden Marquez, 6 Mart 1927'de Kolombiya'nın Karayipler kıyısındaki Aracataca kasabasında yoksul bir ailenin 11 çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya geldi. Babası Gabriel Elijio Garcia bitki ilaçları satıyor, annesi Luisa Santiaga Marquez ise telgrafçılık yapıyordu. Marquez, çocukluğunu Bin Gün Savaşları sırasında komutanlık yapan emekli albay dedesinin savaş anılarını dinleyerek geçirdi. Bu nedenle bir çok eseri ninesi ve dedesinden dinlediği masalların etkisini taşımaktadır. Hemingway, Faulkner, Dostoyevski ve Kafka gibi yazarların eserlerini okuyan Marquez ilk öyküsünü de okulda yazıp 1947'de El Espectador gazetesine gönderdi. Babasının tüm ısrarlarına rağmen yazmaya duyduğu büyük aşk nedeniyle hukuk fakültesindeki eğitimini bırakıp gazeteciliğe başladı. Küba devrimi sırasında Havana'da gazeteci olarak çalışan Marquez, Fidel Castro ile arkadaş oldu. Ancak bu dostluk, ona pahalıya patladı. 2005'te Amerikalı bir yazar, Marquez'i Küba'da işlenen insan hakları ihlallerine suç ortaklığı etmekle suçladı. Marquez'in siyasi görüşleri, yıllarca ABD'den izin alamamasına neden oldu.

1981'de Kolombiya hükümetinin ayrılıkçı M-19 gerillalarını desteklemekle suçlaması üzerine Marquez, Meksika'ya taşındı. Daha sonra kendisine yapılan büyükelçilik tekliflerini ve devlet başkanlığı adaylığını geri çevirdi. Ancak Kolombiya hükümeti ile ülkenin en büyük gerilla hareketi Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) arasında görüşmeler yapılmasına yardımcı oldu.
Gazetelerde muhabirlik yaparken en çok Virgina Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de onu en çok etkileyen veya yazdıklarına inanmasını sağlayan Kafka’nın Dönüşüm adlı eseridir. Yazıları canlılık, dil zenginliği ve en çok da derin hayal gücüyle doludur. Sürrealizmim Latin Amerika'nın realizminden kaynaklanır, demiştir. Yaprak Fırtınası, Albaya Mektup Yazan Kimse Yok ,Hanım Ana'nın Cenaze Töreni , Şer Saati ,Yüzyıllık Yalnızlık ,Sevgiden Öte Sürekli Ölüm ,Mavi Köpeğin Gözleri ,Başkan Babamızın Sonbaharı,  Kırmızı Pazartesi ,Kolera Günlerinde Aşk ,Labirentindeki General,On İki Gezici Öykü, Aşk ve Öbür Cinler, Benim Hüzünlü Orospularım en bilinen eserleridir.
Nobel edebiyat ödüllü yazarın Yüzyıllık Yalnızlık eseri Newyork Times tarafından “Eski Ahit’ten sonra okunması gereken ilk edebiyat ürünü” olarak seçilmiştir.
Mavi Köpeğin Gözleri 1947-1955 yılları arasında yani ilk gençlik yıllarında yazdığı öyküleri içeriyor. Sözü geçen öykü “Çullukların Gecesi” ise Marquez tarafından “Yüzyıllık Yalnızlık’a değişmem,” dediği müthiş bir düşsel anlatım.
Gabo’nun bu eserini okurken sürekli kitabı kapatma isteği uyanıyor içimde. Öykülerde sürekli bir çürüme, ölüm, zaman ve mekan bağının kopukluğu, önlenemez bir duygu yoğunluğuna karışıyor. Normal bir kafa ile yazmadığı hissine kapılıp irkiliyorum. İrkilme sebebim ise beni kendi dünyasına hızla çekiyor olması. Çullukların Gecesi öyküsü çulluklar tarafından gözleri oyulan üç adamın hikayesini anlatıyor. Öyküde medyanın manipülasyonu ve insanların önyargıları üzerinden eleştirel bir bakış sunuyor. Düşkünlüğü anlatan yazarın gazeteciliğinin sorgulayıcı tavrı ile karşı karşıya geliyoruz.
"Görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. Ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. Mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde oturduk. Yanımızdan birçok ses geçti. 'Çulluklar gözlerimizi oydu,' dedik. Seslerden biriyse şöyle dedi: 'Bunlar gazeteleri fazla ciddiye almışlar.' Sesler ortadan kayboldu. Bizse öylece, omuz omuza oturmaya devam ettik."
Büyülü gerçekçilik üslubunu yabancılaştırma etkisi yaratmak için kullandığı savını destekleyen bu öyküsü özellikle Bertolt Brecht’i okurken karşılaştığımız benzer havanın siyasi bir yönünün de olduğunu bize hatırlatıyor. Yazar düş dünyasında bizi yorarak dış gerçekliklere karşı bir uyanışa sürüklüyor. Büyülü gerçeklik akımına ilgi duyanlara benden bir tavsiye Jorge Luis Borges’in ve Mikhail Bulgakov’un kitapları ilginizi çekecektir .

Not: Yılmaz Güney’in Yol filmi ile ödül aldığı Cannes Film Festivali’nde jüride Gabo’da vardı.