Öyle bir öldürüyorlar ki seni pisi pisine oluyor
gidişin. Hani banyoda ayağın kayar düşer ölür gidersin ya onun gibi bir şey.
Ankara’da işe, okula, arkadaşına, sevdiğine gideceğin durakta beklerken bir
otobüs parçalarına bölüyor seni. Kaza işte diyor birileri. 12 can “kaza” diye
ölüveriyor. Devletin bekasını korumak için yanıp tutuşanlar sorumluluğu o
“güçlü” devletlerine bir türlü bulamıyorlar. Uyuşukluk, pasiflik ince ince
damarlara verilen bir zehir gibi insanları susturuyor. Sana ölümü
kanıksatıyorlar. Soma , Ermenek, Roboski , Suruç gibi suçlusu bulunmayan nice
büyük katliamı medya aracılığı ile normalleştiriyorlar. Sen ise her geçen gün
biraz daha yılgın, mutsuz, umutsuz oluveriyorsun. Ateşin düştüğü yeri yakmasını
izliyorsun.
10 EKİM 2015
103 kişi Ankara’da Ulus Garı’nın önünde patlatılan bombalar
nedeniyle yaşamını yitirdi. Bu bir vahşet hikayesi olmalı değil mi? Kan gövdeyi
nasıl götürdü o anlatılmalı belki? Ağlayan, nefes alan bir can umudu ile
koşturan, şoka giren insanların hikayeleri anlatılmalı. Ancak bu yazıda kıl
payı kurtulan bir insanı dinleyeceksiniz. Uyanamadım. Geciktim. Evden çıkarken
telefonumda ki cevapsız çağrılara geri dönmeye başladım. Arkadaşım:
-Gelme! Bomba patladı. Biz iyiyiz ama
ulaşamadıklarımız var, dedi.
Ciddi bir şey olmadığını düşündüm. Aklıma ilk Kürt
arkadaşlarım geldi. Ne de olsa Türk ve Sünni olmak daha güvenliydi. Böyle
düşünmek ise faşizmin içinde kıvrandığımızın gün gibi kanıtıydı. Aradığım Kürt
arkadaşlarım ölmemişlerdi. Yolda içlerinden birini gördüm. Bembeyaz olmuştu.
Sarıldım. Bandırma’dan gelen iki arkadaşı ölmüş. Ben durumun ciddi olduğunu
anlamaya yeni yeni başlıyordum. Ankara’nın ortasında ne kadar büyük bir bomba
patlatabilirler diyordum. İnanması güçtü. Devlet yapacak değildi ya…
Gün ilerledikçe dalga dalga hücum eden acı ve öfke
dayanılmaz bir hal almıştı. Arkadaşlarımın yanına gittim. Hepsi şoktaydı ama
yardım için ayakta duruyor, inançlarını koruyorlardı. Hastanelere gidip kan
verme yaşam umudu için nöbet tutma anlarında yüreklere dolanlar anlatılmaya başlamıştı çoktan.
Yaşayanlar olanları bir bir anlattı. Hepsinden ayrı
bir acı dinledim. Biri et parçalarını, diğeri önüne düşen bacağı, öteki hangi
iç organ olduğunu tam bilmediği şeyi anlattı. Sustum. Öteki Kürtçe bağıran
annenin çığlıklarının kulağından gitmediğini söyledi. Beynimde çınlıyordu artık
tüm sesler: Cihe law, cihe gurban?- Canlı var mı?- Vaaayy- Yeteeeer!.. Hastaneden
çıkıyorum dolmuşa biniyorum… Bir dilenci çocuk kesiyor önümüzü, dolmuşçu
kovuyor çocuğu. Çocuk ağlıyor, ben ağlıyorum. Ve artık biliyorum ölmem için orada olmam gerekmiyordu.